Yazar: FotoFilm
Küçük büyük hayrandık onlara. Nasıl bir felsefeleri vardı bilinmez ama onu görünce, bir mahalleyi görürdük tüm renkleriyle… Öyle rambo gibi değillerdi. Bıyıklı bir o kadar cesur görünüşlerinin altında naif adamlardı. Herkes severdi onları. Ekrem abi benim mahallemin abisiydi.Hoş bizim ailenin küs olduğu komşunun oğluydu ama Ekrem abi ama o kimseyle küsmezdi. Murat 124 bir arabası vardı. Ne zaman arabasının sesini duysam yola çıkardım onu görmek için. Evleri tam bizim evin yanıydı. Ne şanslıydım; mahallenin en güzel abisi bir kalp atışı uzaklıktaydı. İri bir adamdı. Bizi görünce gülümserdi, bakışları sımsıcaktı. O arabadan inişi tam bir Ayhan Işık gibiydi. Etrafına bakar ve…
Maeve Bincy yazın hayatına gazeteci olarak başlamış. Radyo programları, öykü, deneme ve birçok dünya diline çevrilmiş romanları ile tanınan bir yazar. İrlanda’da bir edebiyat etkinliğinde bir konuşmasını dinlediğim, birkaç cümle konuşabildiğim bir kişi. Ülkesinde diğer yazarlarca yardımcı, başarıyı alkışlayan bir yazar olarak tanınıyor. (Agnostik/Dinsiz.) Margaret Atwood şiir, deneme, eleştiri, roman yazan bir feminist ve Kanadalı milliyetçi. Post-modern kurmaca yazarları arasında en tanınanlardan birisi. Yazıları şiir ve düzyazı arasında gider gelir. Ne yazarsa yazsın keskin, nükteli, inandırıcı üslubu göze çarpar. Keskin fikirleri ile biraz itici, soğuk bulunsa da o, yolundan vazgeçmeyen, tarzı ile birçok yeni yazara ilham olmuş biri. Maeve Binchy’nin…
Sizi bilmem, ben dilimizdeki günlerin ve ayların adından hoşnut değilim. Üstelik günlerin “pazar”dan başlatılmasına da bir anlam veremedim. “Günler, Haftalar ve Aylar Müdürlüğü”ne atandığımdan beri “ad değiştirme servisi”nde ne yapabilirim diye bir araştırmaya koyuldum. Sahi, ne yapabilirdim? Önce derdimi döküp derman arayabilirdim. Farsça “bâzâr”a “keyif günü”, “panayır günü” denmemesi için bir neden yoktu. Ancak dünün kasabalarında “bâzâr-gân” (tüccar) kısmının telaşla dükkânını açmaya koştuğunu da unutmamak boynumuza borç. Biz o sözcükleri “çarşu”lardan aldığımız bezir yağlarında incelte incelte “bezirgan”a dönüştürmedik mi? Cahit Külebi’nin, “Evvel zaman içinde yazdığım şiirler/ Bergüzar olsun/ Aç kapıyı bezirgan başı/ Bezirgan başı.” deyişindeki bezirgan’a da kıymamalı. “Sen leblebi…
Dünyayı anlayabilmek için, sanatçının bakışına ihtiyacımız var. Yoksa Vişne Bahçesi’nin ortasında yapayalnız kalırız. Bir yangının tarumar ettiği bir Ege köyünde ateşin yalazlarını tanımak için, rahmi kanayan bir başka canlının şefkatine ihtiyacımız var. Onun da bizimkine. Yeşil bir ormanın varlığı, Tanrı’ya o en kutsala dahi ihanet edilerek, paraya çevrilmeye çalışılıyor. Siyaset onun üzerinden yapılıp, lav gibi kadın cinsi üzerine püskürtülüyor. Farkındalar, çok iyi farkındalar, aynı ormanın ağaçlarıyız. Ama burjuvazi ve burjuva demokrasisi çaresiz rolünü iyi oynuyor. Kanser olmuş kapitalist sistem, dünyayı kanatarak, ayağa kalkma peşinde. Eril bakışı, canlı tutmak için, ateşin külünü sürekli üflüyor. Varlığının temel dayanaklarından biri olan erkek egemenliği.…
Levanten Forbes ailesi tarafından 1908 yılında Buca’da yaptırılan köşk bir yıl sonra tamamıyla yanmış, yangından bir yıl sonra bina tekrar yaptırılmıştır. Kaynak: Vikipedi Her anının bir rengi, bir sesi vardır; senin anılarını güzel kokularla ördüler. Yeni yeni ağaçlar getirdiler çok uzaklardan, onlarla arkadaş oldun adlarını öğrendin bir bir. Onların hikâyesi vardı, onları dinledin rüzgârda. Elin kabuklarında gezindi. Sonra kuşları da çoğaldı ağaçların, bulutları da. Baban Anton, taş ustasıydı. Bu köyün bütün taş evlerinde, şu İngiliz, İtalyan köşklerinde onun emeği vardı. Buraya, havası güzel olduğu için, gelip yerleşiyorlardı Levantenler. Gele çoğala bir koloni oldular sonunda. Zeytinler, incirler, üzümler tren rayları üzerinden…
Sanatın belki de en derin motifidir edebiyat. Özgün bir kimlik inşa etmek için edebiyattan daha kıymetli bir ırmak var mıdır ki? Her okuduğumuz hatta okurken ‘’yaşadığımız” edebi eser kişiliğimize yeni bir zenginlik eklemez mi? Günümüzün yüzeysel ve görüntünün sadece tek boyutunu merak etmeye dayanan dünyasında bir roman, öykü ya da şiir sayfasını okumak için zihnin verdiği çaba hiç kuşkusuz ki pek çok kapıyı aralayacaktır. Mühendislikten iktisat fakültelerine dek pek çok okulun seçmeli ders olarak öğrencilerine edebiyat dersleri sunmalarının en önemli sebeplerinden biri de budur. Her şeyin hazır bulunabildiği bir asırda okuduğunuz bir eserle kendi dünyanızı kurmak, kendi filminizi çekmek hala…
Bir buçuk yıl aradan sonra sinema salonları açıldı. Pandemi nedeniyle kapalı olan salonlar nihayet filmlerle izleyicilerini buluşturdu. Tabii cesur yürek izleyicileri diyelim. Nitekim (Netekim mi deseydim acaba?) hâlâ sinemaların kapısının önünden bile geçmeyenler var. (Buna ben de dâhilim) Tabii bu bir buçuk yıllık zorunlu-gönüllü-gönülsüz mahpusluk süresinde sinemasız kaldık mı? Hayır. Sinema-dizi portalları sağ olsunlar bizi dizisiz ve filmsiz bırakmadılar. Başta Netflix olmak üzere. (Reklama girmez herhalde, zira reklam parası almadığım gibi her ay para ödüyorum.) Hal böyle olunca sinema sektörü de filmlerini bu portalların yapımcılığında çekmeye başladılar. Buna Türk sinema sektörü de dâhil oldu. Pandemi sürecinde bizi yerli sinemadan mahrum…
İlk şiir kitabı Evren Mapusanesi(1974) ile Türkiye’deki şiir toprağına adımını atan A.Günbaş, uzun bir suskunluk döneminden sonra ikinci kitabı Gecenin Neresindesin(1986) kitabıyla şiirin uzun yolunda yürüyüşüne kaldığı yerden devam ediyordu. Ancak daha sonra on bir yıl sürecek olan yeni bir suskunluk döneminin ardından Göçkün(1997) ile bu zorlu yolda yeni bir dönemece giriyor ve art arda şiir kitaplarını yayımlamaya başlıyordu. Bunlar: Sulardan Sonra(1999), Mustafa Kemaller Erken Büyür(Çocuklar için bir Kurtuluş Savaşı denemesi-2000), Aşk Boyu Sürgün(2001), Çağlaçakır(2004), İpek Yarası(2006), Şiir Cebi(Çocuk Şiirleri -2010 ), Islık Borcu(2010), Şiirtüven Sofrası Ezgileri(2011, Ahmet Uysal ve Bülent Gürdal’la), Aykırı Çocuk(Çocuk Şiirler-2013), Rüzgar Akıllı(3013), Çatapat Sesimle (Seçme…
Eski dergilerin birinde okumuştum bir yazıda; ‘’Edebiyat, tutkular bilimidir.’’ Diyordu, Princesse Bibesco. Güzel bir yazıyı okumak, herhangi bir varlığın bize düşündürdükleri dışında; konuşan, dinleyen, düşleyen, varlığıyla bir zaman gelip geçmiş, canlı sesli bir sinema, değişen genişleyen bir fotoğraf, koşan bir heykel kim bilir belki de inci küpeli bir kadın ya da boğulduğumuz bir çığlık gibidir Sona karşı sonsuzluğu soluyandır yazı. Onda ışık, zekâ, onda dostluk… Okuduğunuz her kitapta, yazılan çizilen ne varsa en yalnızlık anını paylaştığınızdır. Düşünün bir karanlıktan doğanın da ışık olduğunu, biri tutuyor kirpiklerinizden ve nefreti, acıyı, tutsaklığı öpüyor saatler boyu ya da kısacık bir an bir şiirin…
Aydın çocukluğumun kenti, gidip de geri dönebildiğim tek şehir. Uzaklardan yazlarına misafir olduğum yıllarda, sevdiklerimi bağrında barındırmıştır. Gene öyle. Eski kahramanlarım bir bir azalsa da İzmir’den hafta sonları annemleri ziyarete gidiyoruz. Yine öyle bir Pazar. Sonbahar son güneşlerini dünyaya seriyor. Kış çiçekleri canlanıyor birer birer. Tekrar yeşeriyor kırlar. Kurak ve sıcak yazdan ılık bir ekime varıyoruz. Ege’de bahar erkencidir. Sonbahar ise hep gecikir. Bu ilkbaharı aratmayan günde betondan doğan sıkıntıyı atmak, içimizin paslarını sökmek için hep birlikte gidebileceğimiz bir yer düşünüyoruz. Bu elbette ki “Nar” oluyor. Hem güneşin hem yeşilin hem temiz havanın tadını çıkartmak için. Hazırlığımızı yapıp piknik için…