Havanın sıcak ile soğuk arasında gidip geldiği, kararsızlığını yaşadığı kış günlerinin sonlarını yaşıyoruz. Dergimizin sahibi ve Sorumlu Yayın Yönetmeni Mehmet Oflazoğlu’nun İstanbul’dan geldiği bir hafta sonu, sevgili eşim ve “Küçük Adam” Ekin’imizle kahvaltının ardından, dostluğumuzun ilk adımını İzmir’de attığımız, şu an İstanbul’da yaşayan kardeşim Ümit Güzel’in köyü olan Yoncakaya Köyü’ne gitmek üzere yola koyulduk.
Yol boyunca geçilen yerleri izliyor, fotoğraflarımızı çekerek Harbiye, Şenköy’den kısa bir süre sonra Antakya’ya bağlı Yoncakaya’da bulmuştuk kendimizi.
Dünkü yağmura nispet edercesine günlük güneşlikti hava. Baharın ilk ışıkları yanmış, toprak ana uyanmak üzereydi.
Köy, yüksekte olmasına rağmen kayalıkların arasından sular süzülüyordu. “Zeytin, incir, üzüm, nar/ bu nasıl diyar/ dağları kekik kokar.” Mısralarının yazarı Mehmet Yanar ve Neşet Duyar ağabeylerimiz bizi karşılamışlardı.
Hep aynı yerlerde bulunan, aynı programları izleyenler, klasik hafta sonu geçirenlere hafta sonu için tavsiyem; Antakya… Gezilecek görülecek öyle güzel yaşam alanları, ilçeleri, köyleri var ki bu kentin, hayran olmamak mümkün değil. İlk durağımız köyün en yaşlılarından olan Halil Güzel amcamızın eviydi. Elini öptükten sonra köyü gezmeye başlamıştık.
Daha önceleri Brambo ve Babül-Şark adıyla anıldığı rivayet edilen, Cindiliyye, Cındarlı ve en son Yoncakaya adıyla anılan bu yörenin çok eski bir yerleşim yeri olduğu bilinmektedir. Tarih sayfalarını karıştırdığımızda; köy halkının Lübnan, Suriye taraflarından Kadmüs ve Musyef bölgelerinden göç ettiklerini, göç edenlerin bir kısmı Suriye’nin bazı yörelerinde, bir kısmının da (Cindarlı)-Yoncakaya’ya yerleştiklerini anlarız. Kayalıkların içinde oyulmuş M.Ö çağlardan kalma değişik figürlerle süslü mağaralar tarihin izlerini günümüze taşımaktadır.
Genellikle kayalık, taşlık bir toprağa sahip olan köy halkının paraya dönüşen üretimlerinin zeytin, nar olduğunu gözlemliyor, tüketime yönelik aile ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla köyde her türlü sebze ve meyvenin yetiştiğini öğreniyoruz. Halhalı Zeytini, Lefan Narı, Şibli İnciri, ceviz, sumak ve kekik özellikli olan ürünlerdir. Yoncakaya Köyü’nden Antakya-İskenderun ve çoğunlukla İstanbul’a göç eden halkın çoğunun ticaret ve özellikle turizm sektörleriyle ilgilendiklerini, Arap turizmi, rehberlik, otel, lokanta gibi işlerde yoğun olarak çalıştıklarını ve örf, adet, gelenek-göreneklerini yaşatmak için dernekleşerek ölüm-kalım, köyde yetişen çocukların okumaları için yardım ettiklerini öğreniyoruz.
Kim sabah gözünü yeşillikler içinde bir doğa harikasında açmak istemez ki? Karmaşa ve gürültüden uzaklaşıp, tüm sorunlarınızı arkanızda bırakacağınız, yanan sobanın başında çayınızı yudumlayacağınız bir kaçamak size sandığınızdan daha yakın… Funda Hanım’ın yaptığı biberli ekmek eşliğinde hoş bir sohbetle çaylarımızı yudumlamıştık. Neşet Bey’in evinden, Yoncakaya Köyü tablo gibiydi. Bilgi ve arşivinden yararlandığımız Mehmet Yanar ağabeyimin yazısında dile getirdiği gibi; “Yoncakaya Köyü’nde doğup büyüyen, havasını soluyan, pınarlarından su içen, çıplak ayakla toprağına basan kişinin; nerede bulunursa bulunsun Yoncakaya’ya özlem duymaması mümkün değildir.”
Bizler de özellikle sıcak çaylarını içtiğimiz dostlarımızın özlemini duyacağımızı hissederek Yoncakaya Köyü’ne tekrar gelmek dileği ile ayrıldık…
Nebih Nafile – Şubat 2012