Amin Maalouf, “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri”, YKY Yayınları, 2006. Çeviren; Ali Berktay.
Bu tarih kitabında Arap tarihçi ve Vakanüvislerin tuttuğu notlardan ve tarihi kayıtlardan alıntılar yapılarak Haçlıların Anadolu, Mezopotamya ve Ortadoğu’yu hedef alan seferleri ayrıntılı bir şekilde verilmiştir. Maalouf bu ilginç eserinde sadece tarihi olayları anlatmakla kalmıyor aynı zamanda 1096 yılından 1291 yılına kadarki dönemde bu bölgelerde beraber, iç içe yaşayan Müslüman Araplar, Hıristiyan Araplar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, İsmaililer, Kürtler, Türkler ve Türkmenler hakkında da ciddi bilgiler paylaşıyor.
Kitabı okurken beni şaşırtan şey Antakya’nın kitapta geçen olayların çoğunda kilit rol oynaması. Buna bakarak Antakya’nın Haçlılar ve Ortadoğu’da yaşayan halklar için önemi de kolaylıkla algılanabiliyor. Haçlı seferlerinin sadece bir din savaşı olmadığını bu kitap etkili bir şekilde anlatmaktadır. Sayfalar arasında tarih seyahatine çıkarken tarihi ve sosyal olaylar edebi sanatın en kıvrak yöntemleriyle anlatılıyor, okuyucu kendini bazen savaşların kahramanı, bazen mağduru, bazen de seyircisi olarak hissedebiliyor. Ve sonunda şunu fark ediyor. Savaşlarda kazanan yoktur. Sadece kazandığını sanan vardır. Aşağıda kitapta Antakya’nın geçtiği sayfalardan tarihi ve ilginç alıntılar okuyacaksınız. Dünyanın hemen hemen tamamını etkileyen Haçlı seferlerini, bölgeyi ve Antakya’yı anlatması sebebiyle bu alıntılar bile kitabın eşsizliğini ortaya koyması için yeterlidir. 1000 yıllık tarih yolculuğunda sizi çok iyi bir seyyah olarak konuk eden bu değerli eser bittiğinde tarihte Antakya, Ortadoğu ve farklı kültürler konusunda daha derin okumalar yapmak için kendinizde şiddetli bir istek duyacaksınız. Bu isteği yatıştırmak için kitabın sonundaki Notlar ve Kaynaklar imdadınıza yetişecektir.
“21 Ekim 1097’de Suriye’nin en büyük şehri olan Antakya (Antiokheia) Kalesi’nin tepesinden haykırışlar yükselir. “Geliyorlar!” İşsiz güçsüz alayı surlara üşüşür, ama çok uzaklarda, ovanın ucunda, Amik Gölü’nün yakınında ne olduğu belirsiz bir toz bulutundan başka bir şey göremezler. Frenkler henüz bir günlük, belki de daha uzun bir yürüyüş mesafesindedir ve uzun yolculukların ardından biraz durup soluklanmak isteyecek gibi bir halleri vardır. Yine de bir önlem olarak kentin beş ağır kapısı hemen kapatılır”. Sayfa 32.
“Çarşılarda sabahın o bildik uğultusu ansızın dinmiş, esnaf ve müşteriler yerlerinde donup kalmıştır. Kadınlar dualar mırıldanır. Şehir, korkunun pençesine düşmüştür”. Sayfa 32.
“…Ama Antakya alınması gerçekten olanaksız bir kaledir. Surun uzunluğu iki fersahtır (on iki bin metre) ve üç farklı düzeyde yapılmış en az yüz altmış burcu vardır. Örme duvardan bir dolgu üzerine kesme taş ve tuğladan çok sağlam bir biçimde inşa edilmiş surlar doğuda Habib’n-Neccar Tepesi’ne tırmanır ve zorla ele geçirilmesi olanaksız bir hisarla bu tepenin doruğunu taçlandırır. Batıda Suriyelilerin El-Asi, “Asi nehir” dediği Orontes vardır; bu adın verilmesinin nedeni kimi zaman olağan akıntısının ters yönünde, yani Akdeniz’den ülkenin içlerine doğru akıyormuş izlenimi uyandırmasıdır. Nehrin yatağı kale surlarını izler ve aşılması hiç de kolay olmayan doğal bir engel oluşturur. Güneyde surların baktığı vadinin yamacı öylesine diktir ki, sanki surun bir uzantısı gibi durur. Bu nedenle saldırganlar şehri tamamen kuşatamaz ve savunmacılar dışarıyla bağlantı kurup erzak ve iaşe temininde hiç zorlanmadılar” Sayfa 33-34
“Surların içinde binaların ve bahçelerin dışında çok geniş ekili arazilerin de yer alması nedeniyle, şehrin yedek gıda stokları iyice zengindir. Antakya, Müslüman fethinden önce, nüfusu iki yüz bini bulan bir Roma metropolüydü; 1097’de ise nüfusu kırk bindir ve bir zamanlar meskun olan birçok semt, tarla ve bostan yapılmıştır. Geçmiş görkemini yitiren şehir, yine de etkileyicidir. Minareleri, kiliseleri, kapalı çarşıları, kaleye doğru yükselen ağaçlıklı yamaçların üzerine yapılmış lüks villalarıyla göz alabildiğine uzanan bu şehrin karşısında, seyyahların hepsinin- hatta Bağdat ve Konstantinopolis’ten bile gelenler vardır- gözleri kamaşır”. Sayfa 34
“….Antakya’ya Frenkler gelir gelmez, Doğulu Hıristiyanlar-Rumlar, Ermeniler, Maruniler, Yakubiler üstünde çifte baskı kurulur: Batılı dindaşları (Frenkler) onların Müslümanlara sempati duyduğundan kuşkulanarak ikinic sınıf tebaa muamelesi yaparlar; Müslüman hem şehirleri ise onları istilacıların doğal müttefikleri olarak görürler…” Sayfa 34
“Asya’nın Arap egemenliğindeki parçasında bulunan bütün şehirler içinde Selçuklu Türklerinin eline en geçen Antakya’ydı; 1084’te hala Konstantinopolis’e bağlıydı…” Sayfa 34
“ Kapı komşusu Rıdvan’ın başkenti ve dünyanın en eski şehirlerinden biri olan Halep’ten Antakya, yürüyerek üç gün bile çekmez”. Sayfa 36.
“… Durmadan yağan yağmur, Suriyelilerin Antakya’ya yakıştırdığı kaba bir sıfat olan “Sidikli”yi doğrular. Şehri kuşatanların ordugâhı çamur içinde yüzmekte ve yer de durmadan sarsılmaktadır”, sayfa 37.
“Tancrede gelince, 1108 zaferi O’nu şanının doruğuna çıkarır. Antakya Prensliği, Türk, Arap, Ermeni veya Frenk, tüm komşularının çekindiği bölgesel bir güç olmuştur”, sayfa 80.
“Sayda’nın Aralık 1110’da teslim olmasından sonra, Frenkler Sina’dan Antakya’nın kuzeyindeki “Ermeni oğlunun ülkesi”ne, Kilikya, kadar uzanan tüm sahile egemen olmuşlardır”, sayfa 91.
“1116’da Antakyalı Roger Halep’e giden bütün yoları denetimine aldıktan sonra…”, sayfa 95.
“Hedefleri Halep değil, Rumların üzerinde hak iddia etmekten hiç vazgeçmedikleri Frenk şehri Antakya’dır”, sayfa 122.
“…İmparatorun iki Frenk yaveri vardır: Urfa’nın yeni kontu II. Jocelin ve Raymond adında bir şövalye. Bu şövalye, II. Bohemond ile Aice’in kızları olan sekiz yaşındaki Constance ile evlenerek Antakya Prensliğini ele geçirmiştir”, sayfa 123.
Ne ilginçtir ki, Frenklerin Müslümanlar tarafından bölgeden kovulması yaklaşık iki yüzyıl önce ilk geldikleri dönemin ayırt edici özelliklerini hatırlatan koşullarda gerçekleşir. 1268’deki Antakya katliamları 1098’dekilerin, Frenklerin, bir kopyası gibidir…”, sayfa 234.
Kitap ile ilgili yazıya yazarı Malouf’un önsözde yazdığı bir bölüm ile son verelim. “Bu kitap çok basit bir fikirden yola çıkıyor: Haçlı Seferleri’nin tarihini “öteki cephe”de, yani Arapların tarafında görüldüğü, yaşandığı ve hikaye edildiği biçimde anlatmak. Kitabın hemen hemen tüm içeriği, o çağın Arap tarihçilerinin ve vakanüvislerinin tanıklıklarına dayanır”.
Mehmet Ateş – Eğitimci – Ağustos 2011