25-30 Eylül 2005 tarihlerinde düzenlenen Antakya Medeniyetler buluşmasını izlemek üzere Antakya’da bulunuyorduk. Bu günlerden birinde, Savon Otelinin sahiplerinden olan, Antakya’nın çok sevilen ve başarılı eski Belediye Başkanı Sn. Kemal Şehoğlu ve ailesini ziyaret etmiştik. Medeniyetler Buluşması nedeniyle Antakya’da bulunan ve otelde kalan, Türkiye Musevileri Hahambaşı Sn. İzak Haleva ve Genel Sekreteri Sn. Yusuf Altıntaş ile araştırma konum olan, 1933-45 yıllarında Türkiye’ye sığınan Bilim İnsanları üzerine konuşuyorduk. Sn.Kemal Şehoğlu; 1947 yılında Hukuk Fakültesinden bir sınıf arkadaşlarının telefon ederek hocaları Prof.Dr. Ernst Hirsch’in Antakya’ya gelmekte olduğunu bildirdiğini, sorup soruşturup Hocanın Harbiye’de Otelde kaldığını öğrendiklerini ve kendisini konakladığı Harbiye’de Antakya’daki Avukat ve Hâkim olarak görev yapan arkadaşlarıyla birlikte ziyaret ederek görüştüklerini anlattı. İstanbul’a döndüğümde araştırıp bulduğum bir kitapta Prof. Dr. Hirsch yazdıkları ile Sn. Şehoğlu’nun anlattıkları birebir örtüşüyordu.
Ord. Prof. Dr. Ernst E. Hirsch, Hitler iktidara geldiğinde, Yahudi kimliği nedeniyle Almanya’yı terk ederek Türkiye’ye mülteci olarak gelmiş. Atatürk’ün başlattığı 1933 Üniversite Reformu sırasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ve Ankara Hukuk Fakültesi’nde çalışmıştır. Türk Vatandaşlığına geçmiş. Türkiye’de doğan oğluna Enver Tandoğan ismini vermiştir. Almanya’ya döndükten sonra ölümüne kadar Türk vatandaşı sıfatını sürdürmüştür. Soyadını, yaşamı süresince taşıdığı kimliğinde ve imzasında Türkçe yazılışıyla “Hirş” olarak kullanmıştır. 1982 yılında Almanya’da yayınladığı kitabındaki “Defne” (X) bölümünden…
“1947 yılında Ankara… Bıçakla keser gibi, tütünle ilişkimi kesip attım. Aradan 14 gün geçmişti. Bir sabah asistanım işe geldiğinde beni yemyeşil bir yüzle yerde yatar durumda buldu. Anlaşılan kuvvetli bir baş dönmesi sonucu düşmüştüm… Tıp Fakültesi dekanı ve iç hastalıkları uzmanı olan, beni de çok seven Prof. Abdulkadir Noyan geldi… Beni muayene ettikten sonra şunları söyledi:”Durumunuz apaçık. Hepimizin çok iyi bildiği gibi sorumsuzca aşırı çalışıp kendinizi hırpaladınız. Bu aşırı yorgunluğu ancak aşırı tütün sayesinde kaldırabiliyordunuz. Vücudunuz tütüne alışmıştı. Aniden nikotini kesince, bu sonuç ortaya çıktı. Birkaç hafta kesin istirahata ihtiyacınız var. Size 4 haftalık rapor veriyorum. Toros Ekspresiyle Antakya’ya gideceksiniz. Hangi taksiye binseniz sizi Defne’ye, resmi adıyla Harbiye’deki otele götürür(otelin adını unuttum). Orada bol bol yürüyüşe çıkacaksınız, öğle uykusunu ihmal etmeyeceksiniz ve mümkün mertebe sırtüstü yatarak dinleneceksiniz. Çok az okuyun, esas olarak dalga geçin. Ziyaretçi yok. Üç hafta sonra, hiç ilaç tedavisine gerek kalmadan turp gibi olacaksınız, inanın.
Antakya’yı henüz görmüşlüğüm yoktu. Ama ülkenin en güneyinde, İskenderun yakınlarında bir yerde olduğunu biliyordum. İskenderun’u İstanbul’dan gemiyle gittiğimde görmüştüm. İstanbul’daki karıma bir mektup yazarak olanı biteni anlattım, bir seyahat acentesinden ertesi akşamki Toros Ekspresinde yataklı vagon için bir yer aldım. İstanbul (Haydarpaşa)yönünden beklenen trenin yarım saatlik gecikmeyle geleceği bildirildi. Bütün gece süren yolculuktan sonra, sabahleyin tren Boğazköprü’de durdu. Sabah olduğunda yatak kaldırılıp kompartıman yeniden oturulacak hale getirildiğinde pencereyi açtım. Derken penceremin dibinde genç biri peydah oldu “Günaydın Hocam” diye selamladı beni. “Hayrola, hangi rüzgâr attı sizi bu mevsimde buralara? Tatilin başlamasına daha dört, beş ay var. Yoksa Ankara’dan kovuldunuz mu?
“Evet, bir anlamda öyle sayılır” diye cevap verdim. “Ama siz kimsiniz kuzum?” “Tanımadınız mı?” Adını söyledi… “Memleketim Niğde’ye yerleştim, avukatlık yapıyorum. Kayseri’de duruşmaya yetişeceğim, aksi yönden gelen Niğde treninden indim biraz önce. Siz nereye gidiyorsunuz ve neden?” Kısaca olanları anlattım ve nereye gittiğimi söyledim. Anlamıştı…
Tren hareket etti. Avukat arkamdan seslenerek iyi yolculuklar ve acil şifalar diliyordu. Adana’dan, Toprakkale üzerinden İskenderun’a vardık. İskenderun’da trenden inip bir otobüse bindim. Otobüs yer yer İskenderun Körfezinin nefis manzaralarını sergileyen yılankavi dönemeçlerden geçerek Belen geçidine tırmandı. Sonra da Antakya’ya (Asi nehri kıyısındaki antik Antiochia’ya) iletti bizi. Hiç oyalanmadan bir taksiye bindim ve yemyeşil bahçeleri, harikulade güzel çağlayanlarıyla Defne’ye, bana adı verilen otele gittim. Otelde beyaz kireç badanalı yüksek tavanlı sade bir oda verdiler bana. Odada basit bir yer kereveti, küçük bir masa, bir sandalye ve bir komodinin üstünde de bir leğenle su testisi vardı. Yüksek bir pencere, daha doğrusu önünde yeşil bir pancuru olan bir kapı, binayı çepeçevre dolaşan, üstü örtülü, çeşit çeşit bitkiyle ve çiçekle kaplı bir verandaya açılıyordu. Yumuşak, ozon dolu temiz bir hava doldu ciğerlerime. Kerevete uzandım, hemen uykuya kalmışım.
İki gün sonra, sabah yürüyüşünden otele döndüğümde, ağzına kadar taze meyve, çikolata, Türk tatlılarıyla dolu, üzeri çiçek çengeliyle bezeli bir hediye sepeti buldum. Sepet benim için Antakya’dan yollanmış. İçindeki kartta şunlar yazılıydı: “İstanbul ve Ankara’da eski öğrencileri muhterem ve sevgili Hocalarına acil şifalar diler. Bir haftalık mutlak istirahatten sonra kendisini kısa bir geçmiş olsun ziyaretiyle rahatsız edebileceklerini ümit ederler.” İmzaları okumak mümkün değildi tabii. Bu son derece candan ve o nispette de nazik “hoş geldin” mesajı bu yolculuğumda tattığım üçüncü kuvvet şurubu oldu. Eski öğrencilerimin bana bağlılıklarının bir nişanesi olarak ve ruhumu güçlendiren bir kuvvet iksiri. Uzun zamandır hissetmemiş olduğum türden bir huzur doldu içime. Türkiye’de nereye gidersem gideyim kader beni nereye savurursa savursun mutlaka yardıma hazır dostlar bulacağımı düşünebilmek bana huzur veriyordu.
Her gün Antakya’da oteli arıyorlar, sağlığımı soruyorlardı. Geçmiş olsun dileklerini alıyordum. Aradan bir hafta geçtikten sonra, nihayet şahsen ziyaretin mümkün olup olmadığını sordular. Sekiz genç adam geldi ziyaretime. Çok değil, daha birkaç yıl önce İstanbul ya da Ankara’daki Hukuk Fakültelerinin anfilerinde derslerimi dinleyen, şimdi de Antakya’da hâkim ya da Avukat olarak çalışan gençlerdi bunlar. Benim Defne’de olduğumu nereden duyduklarını sorduğumda şunu anlattılar: Boğazköprü istasyonunda ayaküstü konuştuğum avukat yememiş içmemiş, Antakya’dan meslektaşlarından birine telefon ederek, ayrıntılı bilgi vermişti. Genç hukukçular fazla kalmadılar. Birer bardak çay içip kalktılar. Benim için ne yapabileceklerini sordular. Kendilerinden kendimi daha iyi hissettiğimde, bir müsait zamanda bana Antakya’yı gezdirmelerini, görülmeye değer yerlerini göstermelerini istedim. Ama bunun dışında doktorun tavsiyesine uyacak, mutlak surette istirahat edecek, yürüyüşe çıkacaktım.
Ve çıktım da. Defne ağaçlarıyla, selvilerle, çağlayanlarla bezenmiş çayırlarda yürüyordum. Antik çağda Apollo’ya adanmış kutsal bir korulukmuş burası. Efsaneye göre, Apollo’nun sevgisini istemeyip ondan kaçan su perisi Daphne’yi burada bir defne ağacına çevirmiş Apollo. Bugün Türkçede bu ağaca defne denmesi bu nedenledir! Bu latif manzaralı tepede Romalılar devrinde(M.Ö.64 ile M.S.260 arası) Antakya’da üslenmiş olan Roma garnizonunun subayları ve eyaletin üst düzey yöneticileri villalar yaptırmışlar. Ben oradayken bu villaların bulunduğu yerde kazı yapılıyordu. Gün ışığına çıkarılan o harikulade, eşsiz güzellikteki yer ve duvar mozaiklerine bakmaya doyamıyordum. Mozaikler Defne’de çayırların üstünde olduğu gibi, dağınık bulundukları yerde, bugün konuldukları Antakya müzesindeki sıkışık durumlarına nazaran çok daha derin bir etki uyandırıyorlardı insanın üstünde. Her büyük mozaik içine, üzerinde sırtı kambur bir insan tasviriyle Eski Yunanca harflerle yazılmış “Sen de” yazısı bulunan el kadar bir çini yerleştirilmişti. Özellikle ilginç buldum bunu. Sanki her insana, kendisinin de gizli bile olsa, sırtında bir şeyler taşıdığını anlatmak isteyen bir uyarıydı bu.
Bir sabah gene böyle çayırlıklarda gezindiğimde, bir jandarma devriyesi tarafından durduruldum. Yakınlardan Türk-Suriye hududunun geçtiğini bilmek gerek. Jandarmalara Türk kimlik belgemi gösterdim. O tepelerde ne aradığımı sordular. Kaç gündür beni gözetlediklerini, hareketlerime bir anlam veremediklerini söylediler. En güzel Türkçemi seferber edip, ani olarak hastalandığımı, doktorum Profesör Dr. Noyan Paşa’nın (Paşa kelimesini üstüne basa basa telafuz ettim) beni iyileşmem için Ankara’dan buraya hava değişimine yolladığını söyledim. Mademki iyileşmek için gelmiştim, o zaman böyle ortalıkta dolaşacak yerde, yatıp dinlenmem daha iyi olmaz mıydı? Yanlarındaki katıra binip Defne’ye onlarla birlikte katır sırtında dönmeliydim. Çok teşekkür ettim; ama ne yazık ki önerilerini reddetmek zorundaydım. Çünkü Paşa bana hayvana bineceksin dememişti. Bol bol yürüyeceksin demişti. Ama onlarla birlikte otele kadar gidebilirdim. Benim hakkımda daha fazla bilgi almak istiyorlarsa, Antakya’daki genç hâkimlerden ya da avukatlardan birine sorabilirlerdi. O beyler, benim kim olduğumu biliyorlardı. Buraya ziyaretime bile gelmişlerdi. Jandarmalardan biri, “elinizdeki kimlik Türk kimliği, ama Türk değilsiniz” dedi.
“Türk vatandaşıyım, ama aslen Almanım” dedim. “Yani şu Alman profesörlerden misiniz?” diye sordu. “Evet” dedim. Derken bana sigara tuttular, binbir teşekkürle reddettim. O sırada sigarayı bırakma kürü yaptığımı söyledim. Ertesi günler zarfında gene sık sık karşılaştık, ayaküstü sohbet ettik. Öngörülen dinlenme süremin bitiminde İskenderun’dan deniz yoluyla İstanbul’a, oradan da Ankara’ya döndüm. Sağlığıma yeniden kavuşmuştum.
(X) Ernest E. Hirsch. – Anılarım. Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi. Tübitak Yayını.8.BasımTemmuz 2000
Hakkı Bilen Şubat 2011