“Enver Aysever’i Tanıyalım”
1971 İstanbul doğumlu. (Annesi babası Antakyalı) Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu.
TV8’de “Lacivert”, NTV Radyo’da “Kurşun Kalem” adlı edebiyat programlarını hazırlayıp sundu. Cem TV de yöneticilik Skytürk televizyonunda uzun süre Haber Müdürlüğü de yapmıştır.
Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde “Ayın Güncesi” adı altında halka açık kültür, sanat tartışmaları düzenlemiştir. Uzun süre TV8 “Haber Aktif” programının içinde “Yazın Aktif” köşesinin sürekli konuğu olarak yorum ve eleştiriler yapan yazarın; “Geç Kalmış Romantik” adlı öykü, “Bir An Bin Parça” adlı roman, “Nasıl Yazar Olunur”, “Yaralısın Türkiye” adlı deneme kitapları bulunmaktadır.
Ayrıca, 2007 Yunus Nadi Roman Ödülü sahibidir. Evli ve Nisan adında bir çocuk babasıdır. “
Bizi Sky TV çalışma ofisinde misafir eden Enver beyle çok keyifli bir sohbetimiz oldu. Bu ziyaretimizde önemli konulara siz değerli okurlarımız için değindik ve merakımızı kaynağından giderdik. Sanatını, yazılarını, yaptığı işi, özenli makul bir sürede karşılıklı konuştuktan sonra söyleşimize başladık.
F.S.A. -Sizi biz Televizyon culuğunuzdan önce iyi bir yazar olarak biliyorduk. Fakat Antakyalı olmanız ayrıca insan hak ve özgürlüklerini en üst değerde tutuyor olmanız sizi daha çok sevmemizi sağladı. Çünkü yüzünüzü yüzümüzde bulduk, bizden biri idiniz ve bu bizi ziyadesi ile mutlu etti.
–İstanbul’da yaşayan biri olarak Antakya size ne ifade ediyor?
*Tarihi özelliği (Sn. Pier kilisesi,arkeoloji ve mozaik müzesi v.s.)
*Farklı medeniyetlerin bir arada yaşaması,
*Her ilçesinin ayrı bir kültürü temsil etmesi gibi…
E. A. -Benim açımdan Antakya’nın kendi hatıralarım bağlamında bir önemi var. Ben Antakya’ya giderken çocukluğumda hem ulaşım araçları bu kadar zengin ve gelişmiş değildi, hem de annemin babamın işinden dolayı o sürekli orada olma halimiz yoktu. Uzun yolculuklar hatırlıyorum Toroslarda. 303 otobüsler 20-24 saate varan yolculuklar. Oraya gittiğimde babaannemi ve dedemi görürdüm onun heyecanı olurdu. Antakya benim için uzak bir ülke varılması ve içinde bulunulması zor olan bir yer gibi gelirdi hep çocukluğumda, ama gidince de adını tam koyamadığım bir aidiyetin olduğu bir yer. Nedir bendeki en önemli simgesi Kuyulu mahallesinde babamın büyük annesinin evi vardı. Onun geniş bir avlusu vardı. Özellikle bayram ziyaretlerinde oraya gittiğimizde şimdi hatırlıyorum da aslında tabiat koşullarının ön gördüğü bir yapıymış.
Bugün insanlığın koşup ziyaret ettiği o evler meğerse bölge insanının ayakta kalmak için yarattığı mekânlarmış. Yazın sıcakta genelde biz yazları giderdik. İnsanın içine bir ferahlık veren bir serinlik veren ve içinde bilge bakışlı saçları kınalı güler yüzlü bize hitap ederken içinde ağırlıklı olarak Arapçanın bulunduğu ve bizim de Arapça bilmediğimiz için Türkçe konuşmaya da gayret eden bir kadın aklıma geliyor. Öte taraftan Antakya akşamlarının rüzgârlı esintili hali olur o esintili o sıcaklıkta insanlar arasındaki ilişkiyi rahatlatır olurdu onu çok net hatırlıyorum. Ve tabi o çarşı çünkü gündelik hayatının içersinde turistik gezi için gidilmez oraya insanlar alışveriş yapmaya gider ve ben oradaki o renkli ortamı çok severdim. Ve hiç kuşku yok ki her misafirin ağırlandığı Harbiye orda o serin sular içersinde insanların neşeli uzun saatler verilen yemekler yemesi mutlu ederdi beni. Çok iştahlı bir çocuk olmama rağmen Antakya’nın herkes için çok büyük bir ziyafet sofrası olduğunu da düşünüyorum ve tabi benim açımdan çok önemli olan bir başka şey daha şu anda anlamını kavradığım o zaman tam kavrayamadığım şu Yusuf Ziyaretleri olurdu.
Annem büyük tutku ve arzuyla doğma büyüme İstanbullu olmasına rağmen belki köklerinin kendisini çekmesiyle Yusuf’a gitmek isterdi. Bunlar çok belleğimde kazılı. Birde sanıyorum şimdi dağ köylerinin yamacında olan mahallelerde daha çok yoksul insanların yaşadığı yerlerde babamın dayısının bir evi vardı ve onun da bir bahçesi vardı annem hep hayret ederdi. O kadar zor büyüyen bir çocuk o bahçede koyunlarının sırtına biner kuzenlerle oynar böyle bir neşeli hal gelirdi. Antakya benim bireysel tarihimde bu çağrışımları hemen getirir bana.
Diğer tarafa baktığımız zaman uygarlıkların bir arada olması falan ben bütün bu büyük lafların küreselleşmenin bize dayattığı laflar olduğunu düşünüyorum. Antakya’nın bizzat kendisi mecburi olarak zaten çok kültürü yaşamı bize sunmuş bakmasını bilen için öteden beri var olan ve aslında eğer bugün demokratik yapısı insan davranışlarını etkileyecek biçimde değiştirmemiş olsa ve batıdaki gibi bir duyarlılık ve esenlikle o eski kent korunabilse müthiş bir laboratuar halinde görürdü. O yüzden çok kültürlülüğü içine sindirmiş insanlar bunu da zoraki olarak yapmıyorlar hayatlarının bir parçası olarak yapıyorlar. Ben Hıristiyan komşuları da çok iyi hatırlıyorum ama bence oranın lokomotifi olan Arap kökenli Alevi nüfustur çünkü Antakya’da asıl yer alan onlardır eğer gerçekten Türkiye çok kültürlülüğe bu kadar sıcak bakacak olsa o insanların varlığına saygı gösterir oranın ciddi sorunlar olduğunu düşünüyorum.
F.S.A. – “BİR AN BİN PARÇA” adlı romanınız ile 2007 Yunus Nadi roman ödülünü aldığınızda ki Enver Aysever’i bize anlatır mısınız?
E. A. -Ben yazarlarla ilgili şu teze sahip olan birisiyim, yazarların milleti olmaz, yazarların devleti olmaz, yazarların ülkesi olmaz, yazarların milleti de devleti de ülkesi de dildir. Dolayısıyla ben Türkçenin yurttaşıyım. Çünkü ben Türkçe seviniyorum, Türkçe üzülüyorum, Türkçe aşık oluyorum, Türkçe dostluk ediyorum ve Türkçe yazıyorum. İnsanın en korkunç hali dilsizlik halidir. Ben Türkçe evde oldum burada tabi ailemin ana dilinin Arapça olmasını bilerek söylüyorum bunları keşke Arapçayı da Türkçedeki kadar yetkin kullanabilen hatta Türk edebiyatıyla Arap edebiyatı arasında köprü olan birisi olsaydım bu konuda da önemli bir işlev görebilirdim.
Türkçeyi iyi kullanan Türkçeyi iyi bilen Türkçeye emek veren birisi olarak eşit oranda Arapçayı da kullanabilirdim. Örneğin Nazım’ı ben Arapçaya çevirebilirdim kuranı ben Türkçeye çevirebilirdim böylece de o dili hisseden birisi olarak bu topluma büyük katkıda bulunabilirdim. Bunun eksikliğini duyuyorum. Bu Türkiye Cumhuriyetinin de bir eksiği aslında. Yani insanların ayidietini ayrıştırarak ve birleştirerek kurmanın önündeki en önemli engelin de aslında milliyetçilik olduğunu düşünüyorum. Biz aslında Arapçamızı koruyarak ve Arapçamızı çok daha başka yere taşıyarak Türkçeye çok daha büyük hizmet edebilirdik. Bunu anlamıyorlar, bunu işte yazarlık anlatabilir. Milan Kundera’nın bir laf var diyor ki; “Romancılar iyi romancıları bilir her dilde okuma şansınız yok dünyanın tüm dillerini bilemeyiz Goethe’yi Almancadan okuyamayız veya Dostoyevski Rusçadan okuyamayız ama biz iyi romancıyı hangi dilde olursa olsun sezeriz romancıların ırkı aynıdır” diyor.
Ben de o yüzden bunu siyasetin kavramasını zor olduğunu düşünüyorum. Buradan bağlarsak 2007’ de Yunus Nadi Roman armağanı almadan önce çok çile çektim. Bir An Bin Parça’yı dört yayınevi reddetti beşinci yayınevi yayınladı. Yayınladıktan üç ay sonra Yunus Nadi Roman Ödülünü kazandım. Şimdi bunu söylemek kolayda; o zaman o çektiklerimiz anlatmak… O gün ben bir konuşma yaptığımda 2007 armağanını kazandığımda kürsüden bu söylediklerimi söyledim. Türkçeye ait olmayı söyledim. Evet Türkçeye aitim, çünkü Türkçeyi yazıyorum, Türkçe düşünüyorum, Türkçe hissediyorum… Ama aynı zamanda da romancı ırkındanım. Tüm insanları sezip tüm insanlara roman yazmaya çalışıyorum. Tüm insanlar, insanlık bizim farkımızda mı o da ayrı bir sorun, farkında olmak zorunda mı o da ayrı bir sorun ama siz o dürtüyle yapıyorsunuz. Şimdilerde yoksunluğunu duyduğum en temel mesele babaannemden, anneannemden, zaman zaman ailemdeki benden önceki kuşak halalarımdan falan işittiğim Arapçanın yokluğunu hissediyorum açıkçası onu bilmeyi çok isterdim.
F.S.A. – Sizi dünyanın insan eksenli sorunlarına soldan bakmanıza hangi olaylar sebep oldu?
E. A. -Açıkçası ben kendi kendime kaldığımda bir insan nasıl solcu olmaz diye düşünüyorum. Zaten insanın solcu olmamasını hakikaten anlamıyorum. Belki benim zihinsel bir sorunum olabilir ama solculuk meselesi -ideoloji dışında- çok basit bir tarif yaparsak vicdanla ilgili bir sorundur. Ezilenin olduğunu yerde ezilenin yanında durmak çok basit bir tabirdir. Ezene karşı ezilenin yanında durmayı ben solculuk olarak algılıyorum. Türkiye’de Allah’a şükür ezenden bol bir şey yok dolayısıyla bu coğrafyada ki insanların hani bu son günlerde tartışılıyor, Stakol sendromu meselesi. Stakol sendromu ne? Kendi gerçeğini kavrayamamak ve kendine zulmedene bir şekilde teslim olmak olarak yani katiline âşık olma hali.
Evet, kapitalizm bize zulmedenlere âşık olmamızı sağlayan bir sistem. Neden? Çünkü tüketim araçlarıyla pembe dünya düşleriyle bize öyle bir resim yapıyorlar ki sanki ondan başka seçenek yokmuş gibi düşünüyoruz. Hâlbuki ondan başka seçenekler var. O yüzden ben Türkiye de bu kadar acının bu kadar çok ezilmişliğin olduğu bir ülkede vicdanlı olma hali olarak solculuğun gerekliliğinin öteden beri olduğunu, öteden beri de silinmeye çalışılsa da filizlendiğini ve var olduğunu biliyorum. İnsan eksenli bakmak yani vicdanlı olan birisi açısından, insan eksenli bakmamak diye bir şey olamaz. Kaldı ki sadece insan değil biraz hayvan eksenli de bakabilsek yani onların da çevresini yok eden onların da yaşama alanlarını bitiren yani kendine acımıyorsan hayvanlarına acı, ona da acımayan biri… Ve solcu yıkıcı olmamaya özen gösterir entelektüel arayışların tamamı daha iyi bir dünya içindir. Öteki tarafta bir tüketim, çılgınca bir tüketim söz konusu ve ben bir insan buna nasıl teslim olur bilmiyorum. Hayret ediyorum.
F.S.A. – Hangi kitabınızı keyifle yazdınız? Ve neden tiyatro?
E. A. -Ben yazdıklarımın hangisini keyifle yazdım hangisini yazmadım sıralama yapma noktasında her zaman ikilem yaşarım.. Çünkü şöyle bakmak lazım gelir belki; yazarlar hep en son yazdıklarını en çok severler yayınladıktan sonra da ondan nefret etmeye başlarlar gibi bir şey yazmaya çalışırlar bu aslında tiyatroda da geçerli, besteci içinde geçerli. Bu yüzden ben en son yazdığım şeyi en çok sevdim zannederim ve yayınladıktan sonrada onla ilişkim koptuktan sonra biraz kendimi buruk ta hissederim. Ama bir an bin parçanın yeri bende özeldir çok meşakkatli hem romanın kendisinin meşakkati ayrı hem de yani yayınlanma aşamasında ayrı. O yüzden seviyorum da daha doğrusu aslında sizden olan bir yapıtın birisi tarafından okunmuş olduğunu düşünmek bile çok dayanılması zor bir şey. Utanır insan hakikaten bizim gibi ekranlara çıkmaya çalışan insan bile birisi sizin birşeyinizi okuyup gelse insan utanır. Garip bir duygu çünkü ruhunuzu çırılçıplak ortaya koyuyorsunuz.
Neden tiyatro? Yani açıkçası ben tiyatroyu çok büyüleyici bulan birisiyim. Onbeş sene falan profesyonel tiyatro yaptım. Tiyatro az önce söz ettiğim solculuktaki gibi birşey. İnsandan insana doğru da yapılan bir sanat ve tiyatronun yaratması çok zevklidir çünkü topluluksal birşeydir tiyatro hep birlikte yapılır, hep birlikte üretmenin coşkusu vardır. Adım adım, ilmek ilmek birbirine eklenerek ortaya çıkan bir tabloda hergün yeniden doğması çok heyecan vericidir ve o eylemin gerçekleştiği an seyirci de buna katılır. Canlı konserler de öyledir belki de. O yüzden orkestra şefliği de beni büyülüyor. Yani senin aldığın nefes bile o kemancıyı etkileyebiliyor.
Senin aldığın nefes o aktörü etkiliyor. O ışığın açısı o müziğin doğru anda olması muazzam; yani büyüleyici. Çok etkili şeyler zaten ben insana dair umudumu bu canlı performanslarla hep yeniden hissediyorum. Çünkü neticede istediğiniz kadar dijital müziği yapın istediğiniz kadar cd leri ortadan kalksın, internetten insin bunları hepsi var ama konsere gittiğiniz zaman o hata payı varya o tınıya yanlış basma payı varya o yanlış bastığındaki tını hep birlikte üretmenin coşkusu tiyatroda böyle birşey. Dolayısıyla insanı ortadan kaldırmanız lazım bunu ortadan kaldırabilmeniz için. Bu imkânsız…
O yüzden tiyatro bu tiyatro nefes almak demek.
F.S.A. – Tekrar Antakya mıza dönelim. İstanbul’da yaşamak sizi Antakya kültüründen kopardığına inanıyor musunuz?
E. A. -Yani Antakya kültüründen kopmak meselesine baktığımız zaman Antakya kültürü mutfakla gelişen bir kültür bence Antakya mutfağıyla paralel yaşıyorsanız Antakya kültürünün dışına taşmazsınız bence o bir damak tadıdır o bir sofra keyfidir iletişim içindir . Bu açıdan baktığımızda Antakya kültürüne ben yakınım. Antakya kültürü diye Antakya’nın kültürel motiflilerinin hayatımızda olmasına bakarsak bazı inançların bazı değerlerin dilin kullanılmasının bir yüzey tabii ki hayatımda olduğunu ve sürdüğünü söyleyebilirim. Ama Antakya’nın kendi işlenişindeki yaşam biçiminin tamamını burada yaşamıyorum. Ayrıca Antakya’ ın özellikle zengin kitlesinin yaşam biçiminin de çok Antakya kültürüne uygun olmadığını da düşünüyorum.
Acayip görgüsüzce bir kapitalistleşme korkunç bir lüks düşkünlüğü Antakya‘nın Kalender Çelebi yapısını reddeden bir kibir halinde. Bana gore kendini aşağıda gören kompleksli bizi de değerli bulun diye bir maddi dünyadan gösterişli bir tavır içerisinde olduğunu düşünüyorum. Antakya’dakilerin hiç ihtiyacı olmadığı arabalar, hiç ihtiyacı olmadığı evler. Özellikle Arsus’ta beni şaşkınlığa düşürüyor. O kentin mütevazı yapısını bizim büyük annelerimizin oturduğu evlere hiç mi bakmıyorlar? Bunlar beni çok rahatsız ediyor. Hâlbuki orda bir vicdani hareket olarak mütevazılığı korumak gerekir. Zenginlerinin yoksullarına karşı mesafeli olduğunuzda görüyorum. O yüzden illa Antakya’da kime kendimi yakın bulduğumu söylemek gerekirse, dağ köylerindeki o insanları daha yakın görüyorum. Onların evine konuk olarak gittim ve akrabalarım var orda. Acayip, mutfaklarında ne varsa çıkartan kalpten sarılan insanlar. Ben onları yeğliyorum açıkçası.
F.S.A. – Siz Antakya’lı bir ailenin İstanbul’da doğmuş İstanbul kültürü ile büyümüş bir bireysiniz. Bunu bilmemize rağmen Türkiye’nin neresinde olursak olalım Hataylı olduğumuzu öğrenince meraklıların sağcısı da, solcusu da önce “Samandağ’lımısınız?” sorusunu sorarlar. Bu soru neden sorulur ve Samandağ sizin için ne ifade eder? Ayrıca böyle bir soru size de soruldu mu?
E. A. Samandağ lı olma sorusu, “Alevi misin?” sorusudur aslında. Dolayısıyla orda doğrudan insanın dini inançları sorulamadığı için “Samandağlı mısın?” diyerek, “bizden misin, değil misin?” diye bir tarif yapılır. Bu tabi çok ötekileştirmenin dili. Hemşericilik, inanç ortaklığı Türkiye’ de çok kullanılan bir yöntem. Bu soruyu reddetmek gerekir. Soru şöyle olsa; gerçekten Antakya duyulan sevginin ifadesi olarak olsa örneğin; son dönemde Mardin’de Antakya gibi öne çıkan kentlerden biri çok kültürlülük falan.. Mardin güzel böyle ama Mardin de insanların, gayrimüslimlerin çalıştıkları dükkânlar kapatılıyor, itilip kakılıyorlar. Yalan bir barış ortamı varmış gibi sunuluyor. Bu soru evet bu sebepten dolayı soruluyor Türkiye’ de derin bir hoşgörüsüzlük ve ötekileştirme insanları azınlık olmaya itme ve birinci sınıf yurttaş olmaktan uzaklaştırma hali olduğunu biliyoruz. Bu sorunun gereği de bu. Bu kötü bir soru. Bu soruların yeşerdiği bir toplumda insanları yargılar gibi sorunların sorulduğu bu toplumda bir iç barış olması mümkün değil.
Azınlıkların de tersten refleksi oluyor bu anlamda. Yani kendisini bir şiddetli saldırı altında hissettiği için kendisinden olmayı aslında çok açıklayıcı olmayan yani milliyet din inanç üzerinden tarif etmeye başlıyor. Hâlbuki aynı millete ait olup aynı inanca ait olup dünyaya hiç benzer bakmayan hatta neredeyse biri hırsız arsız, biri dürüst insanların da olabileceğini hiç hesaba katmıyoruz. Bu çok yanlış bir ortak payda arayışı, böyle ortak paydalara baktıkça aslında insan insanlıktan çıkar. Dolayısıyla inancın bireysel olduğunu, milliyetçiliğinde ilkel bir dürtü olduğunu anlamamız lazım. Milliyetçilik ilkeldir tarihi çok eskiye dayanmaz, inanç ta bireysel olarak algılanması gerekir. Yoksa bir inanç grubunun diğer inanç gruplarına baskısı insanlık tarihinin en büyük savaşlarını doğurmuştur. Her yerde çok ciddi bir sorun. En ilkel övünme, inancınla ve milliyetinle övünmedir.
Söyleşi: Fahir Semir Abacı – Fotoğraflar: Mehmet Oflazoğlu – Ağustos 2011