Öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz?
Ramin Matin, 1977 Ankara doğumluyum. Amerika’da sinema okudum, döndükten sonra Bilgi Üniversite’sinde yüksek lisans yaptım. Okuldan arkadaşlarımla bir yapım şirketi kurduk. Uzun süre belgesel yaptıktan sonra sonunda ilk uzun metrajımızı yapma fırsatı bulduk.
Yönetmen olmaya nasıl karar verdin?
Sanırım doğal bir gelişim oldu. Çocukluğumdan beri annem beni durmadan sinemaya götürürdü ve benim için çabucak bir tutkuya dönüştü. Fotoğrafa olan merakımdan dolayı önce görüntü yönetmenliğine yönelmiştim ancak üniversitede kısa filmler yaptıkça yönetmenlik yapmak istediğimi anladım.
Hikâye nasıl oluştu, bu filmi çekmeye nasıl karar verdin?
Eski arkadaşım ve senaryonun yazarı, Kendim’ den neredeyse sıfır bütçeyle çekilebilecek bir senaryo yazmasını rica ettim. Kısa bir süre içersinde Canavarlar Sofrası’nın temel iskeleti olan, 4 kişi arasında ve insan ilişkilerinde ikiyüzlülüğü, sığlığı irdeleyen bir hikâye çıktı. 3 sene boyunca belirli aralıklarla bu temeli genişletmek ve derinleştirmek için çalıştık.
Filmin çekimleri istediğin gibi geçti mi? Senaryodan çekim aşamasına kadar yaşadığın zorluklar nelerdi?
Film çok düşük bir bütçeyle, çoğunlukla sektörden arkadaşlarımızın yardımıyla çektik. Bu sebeple çekim süremizi 2 haftayla sınırlandırdık. En büyük zorluk bu kadar kısa zamanda, medeni bir çalışma programıyla filmden ödün vermeden çekimleri bitirmek oldu.
Onun ötesinde tek mekânda geçen ve az oyunculu bir filmi çekmek kolay olur diye bir düşünce vardı ama bu konuda fazlasıyla yanıldığımı çok çabuk fark ettim. Sonuç olarak zorluklara rağmen son derece keyifli bir çekimdi.
Bir ilk filmde böyle zor ve tabu görülebilecek alanlara girmek neler hissettirdi sana? Zorlandığın oldu mu?
Bunu çok fazla düşünmedim Antalya Film Festivaline kadar. Benim uzun bir yolun sonunda hep hayal etmiş olduğum şey olan uzun metrajlı bir film yönetiyordum; bunun ötesinde pek bir derdim yoktu. Ayrıca zaten amacımız farklı ve en azından Türkiye için beklenmedik bir film yapmaktı.
Antalya’daki gösterimin sonrasındaki hem pozitif hem de aşırı negatif tepkiler dürüst olmak gerekirse beni çok mutlu etti. Gerçekten bir şeylere parmak basmışız gibi geldi. Bazı insanları derinden etkilemiş gibiydi. Bundan gurur duydum.
Filmin distopik anlatısı ve karanlık yanları yaşadığımız dünyaya ve geleceğe dair çok şey anlatıyor aslında. Yapmak istediğin sinema böyle karanlık ve çıkışsız bir dünyadan mı beslenecek?
O şekilde düşünmüyorum pek. Yönetmen olarak kendimi herhangi bir kalıba koyup sıkıştırmak istemiyorum. Beni heyecanlandıran, ilgimi çeken ve kalbi atan hikâyeler çekmek istiyorum bunlar birbirinden çok farklı da olabilir, benzer de olabilir.
Filmi izlerken Bunuel’den Pasolini’ye kadar birçok usta yönetmen akla geliyor. Seni bu anlamda etkileyen, filmine ilham olan yönetmenler, yazarlar kimler?
Filmin ötesinde Bunuel hem Kamdine hem de beni çok etkileyen yönetmenlerin başında geliyor. Aynı bağlamda İonesco, Godard, Celine gibi sanatçıların eserleri bize her zaman ilham veriyor.
Canavarlar Sofrası’nın özelinde distopyanın olmazsa olmazları 1984 ve Fahrenheit 451’in etkisinden kaçmak pek mümkün olmuyor. Benim özellikle dar alanda nasıl film yapılır incelemek için baktığım filmler bu konunun üstadı Polanski ile başlayıp, 12 Kızgın Adam, Glengarry Glenross gibi filmlere uzandı.
Oyuncularla böyle zor bir hikâyeyi çalışmak nasıldı? Onlarla nasıl bir dil kurdun? Bu süreçte oyuncular ve ekiple sorunlar yaşandı mı?
Çok şanslı bir tesadüf olarak oyuncularımızın hepsi DOT tiyatrosundandı ve zor metinlere bir hayli alışıklardı. Onlarla çalışmak çok kolay oldu. Çekimlerde herkes filme inandığı için hiç sorun yasamadım. Çok rahat ve keyifli bir setti o açıdan.
Filmin dilinin İngilizce olmasına nasıl karar verdin? Böyle bir seçimin evrensel bir anlatı kurmakta iyi olabileceğinin yanında gerçekliğe zarar verdiğini düşünüyor musun?
Bu film için verdiğim en zor karar buydu diyebilirim. Filmin yarattığı evrende İngilizce en mantıklı dildi benim için. Kültürel kimliklerin ezildiği ve klişelerden ibaret olan bu dünyada en evrensel dil olan İngilizce konuşmaları son derece normal geldi bana. İngilizce artık neredeyse herkesin konuşması beklenilen bir dil olmak üzere diğer bütün dillere de sızmış olması göz ardı edilemez bir gerçek. Türkçede sık sık kullandığımız İngilizce kelimeler fazlasıyla var. Bu dünyanın her yerinde aynı. Bu konuda en korumacı ülkelerden biri olan Fransa da bile gençler durmadan İngilizce kelimeler kullanıyorlar. Anglosakson popüler kültürünün bütün dünya üzerindeki etkisinden bahsetmiyorum bile. Filmin açılışındaki haber görüntüsünde kimsenin pek dikkat etmediği yazılar geçiyor, bunlar bir tanesi ” İngilizce Konuşma Yasası’nın” 5.yıl kutlamalarını açıklıyor. Filmde zaten 4 karakterinde farklı aksanla konuşmasını istedim ki bunların İngiliz veya Amerikalı olmadıkları, ana dillerinin de bu olmadığı anlaşılsın.
Bunun ötesinde filmi hazırlarken amacımız dünyaya dair bir şeyler söylemekti. Film Türkçe olsaydı seyirciler bir refleks olarak bunun sadece bir Türkiye hikayesi olarak yorumlayacaktı. Buna rağmen Avrupa’da bazı seyirciler bu filmin sadece Türkiye ile ilgili bir film olarak algılamaya devam etti.
Bu söyleşi yeni filminin setinde gerçekleşiyor. Yeni filmine dair neler söylemek istersin?
“Kusursuzlar” isimli bir film. Senaryosunu Emine Yıldırım’ın yazdığı bir çeşit psikolojik gerilim. Çeşme’ye kaçan otuzlu yaşlarındaki 2 kız kardeşin ilişkisini irdeleyen bir film. İlk filmden bir hayli farklı olacak ton olarak; ayrıca bu film bir Türkiye hikâyesi.
Gülşah Cumur – Mayıs 2012