Yüzme bilmeyenler için sığ bir deniz çiziyorum.
Tanımlar korkutur beni. Düşünsenize, birisi size, “Deniz nedir?” deyiverse… İçinde maviliklere, dalgalara, köpüğe… yer verdiğinizde o deniz olur mu? Hep bir eksiklik… Peki, derinlik nerde? Akıntıda. Akıntıysa derinde. Sığlıktan derinliğe yüzdürülemeyen tekne nasıl ki kıyısına düşmandır, eksik tanımlar da öyle. Hele “insan”ın tanımları? Sadece kaşları, gözleri, boyuyla posuyla dile getirilmiş bir insanın bu nitelikleri ağaç kabuğundan başka nedir ki? Hatta tuhaf karşılamayın, içi dışına giydirilmemiş bir insan, bir nesne tek yüzlü parşömendir. Nice tıbbiyeli, bağırsaklarını toplamadan bir “karın”ı deşer; nice müzisyen notalara basmadan “do”ya varır. Gerçi eldekinin, elde olmayana bir meyli vardır. Unamuno’nun kulaklarını çınlatıp iç denizimizde istiridye aramaya çıkalım: “Neden sahip olunan şeyden alınan haz, sahip olamadıklarımıza olan iştahı arttırmak zorundadır?”
Sen ey güzel istiridye, sedefimi doldur.
Tanımsız bir denizin yolunu tuttum. Yalnızım, tuzunu kokutmamış bir denize iniyorum. Burası Sait’i hatırlatsa da Fikret’in denizi aklımı başımdan alıyor: “Bir çocuk ruhu kadar şimdi münevver, lekesiz / Uyuyor mai deniz” Elbette okuduklarımı denizle paylaşacağım. Denize bir şeyler anlatabilmek için deniz dilini ayrıntılı bilmek gerekir. Ben bunu çok geç öğrendim. Aganta Burina Burinata’yı okurken Halikarnas Balıkçısı’na koşmuş, Beyaz Balina avına çıkmak için yüreğini hırs bürümüş Herman Melville’ye hesap sormuş olsaydım sorun yaşamayacaktım. Bir gün dünya telaşından kaçıp Denizler Altında Yirmi Bin Fersah yol almak istedim, Jules Verne’in derinlerde beni beklediği duygusuna kapıldım. Denizin Çağrısı’na inandım, Jack London’ın kapısını çaldım. Gerçek denizci olamasam da sığ sularında İhtiyar (bir) Balıkçı’yım, Hemingway’in teknesinde balık avlıyorum. Hemingway, ihtiyarların günü daha çok yaşamak için erken kalktığını öne sürse de ben yoğun yaşamak istiyorum. Tek dileğim, Sergüzeşt’teki Dilber’in kendisine kucak açan denizde yaşadığı sonu yaşamamak. Daha resim dünyasında nefes alıp vereceğim; Monet’nin, Zonaro’nun denizlerine açılacağım gün yakın. Boğulursam Ayvazovski’nin dalgalarında boğulayım.
Şiir denizlerinin sahilinde gezinmek de var. Bir gün olsun Valery gibi denizi mezarlık olarak görmedim, Baudelaire’in “Deniz aynandır senin, kendini seyredersin” dediği gibi ayna olarak algıladım. Bütün denizler Divan şiirindeki “güzellik denizi, gam denizi, rahmet denizi”nden başka bir şey değildi. Derya-yı hamile’yi “inci doğuran deniz”e benzetsem de Hayali’nin, “O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” dizesinde kendi incimi ararken kayboluverdim.
Bir adam çölde bir denize rastladı, yüzmeye başladı.
Az gittim, uz gittim. Bir ayağımı Akdeniz’den hiç çıkarmadım. Filozof Anaksagoras bu dünyaya yıldızları seyretmek için getirildiğini söyler, oysa yıldızlarla dost olamamış Anadolu çocuğu yoktur. İtalyan ressam Caravaggio, din adamlarını ve sokak serserilerini nasıl görünüyorlarsa öyle çizdiğini adeta haykırır. Çinliler, “Bir bardak bilgi lazım, bir kova tecrübe, bir deniz dolusu sabır.” der de denizin ne olduğunu anlatmazlar. Oysa deniz her Akdenizlinin sevdalısıdır. “Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol/ Git gidebildiğin yere.” demek bir Akdenizli olmayan Orhan Veli’ye kısmet olur.
Bütün denizlerin orta yerindeyim. Hakiki denizin ne olduğunu gösteren bir fotoğrafla göz göze geldim bir gece, ne olmadığını da gösteren… Üstelik dolunayla aşk yaşayan, göğsüne yakamozdan yıldızlar takan. Ey Rimbaud, çıkıp gel Akdeniz’e! Ey Bruno, sen de. Ben yoldayım. Nereye mi gidiyorum? “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.” denmeyen yerlere!
Bariş Erdoğan