Peder şimdi İstanbul’da. Şişli, Bomonti’deki Fransız Fakirhanesi’nde yaşıyor. Kendisini fısat buldukça, önceden haber vererek ziyaret ediyoruz. Bu ziyaretimiz ise Antakya söyleşilerimizi tamamlamak için. Peder Fakirhane’nin üst katında, iki pencereli, geniş odasında kendisine yeni bir dünya kurmuş. Odanın sol tarafındaki yatağının yanında çalışma masası ve iskemlesi, cam kenarında ziyaretçilerini ağırladığı koltuklar, bir köşesinde gelenlere ikramda bulunduğu yemek masası, diğer pencere ve onun yanında kitaplarının ve onlarsız yapamadığı klasik müzik CD’lerinin dizili olduğu bir kitaplık var. Kitaplığın önünde, Ruhani görev ve dua etmek maksadıyla kullanılan diz çökme ünitesi duruyor ve üzerinde küçük bir haç var. Kapıdan girince sağ tarafta büyükçe bir banyo, banyo kapısının sol tarafını mutfak olarak kullanıyor. Duvarlarda antika çalar saati ve birkaç resim asılmış. Bu resimlerden ikona benzeri biri özellikle dikkatimizi çekiyor. Elinde marangoz testeresi ile, Habip Neccar’ı tasvir eden bir resim olduğunu öğreniyoruz.
P`ere RENE FRANÇOİS
SAULAİS veya Charles de Foucault İsa’nın Küçük Kardeşleri Topluluğu Üyesi
1924’te Fransa’da doğdu. Kolej eğitiminden sonra Felsefe ve İlahiyat öğrenimi gördü. 1957 yılında Türkiye’ye geldi. Beş yıl Efes, Meryemana Evi’nde Rahiplik yaptı. Ankara Üniversitesi Cüzzam Araştırma Merkezinde staj yaptıktan sonra, Elazığ Hastanesinde çalışmaya başladı. 1967 yılında Hatay’a geldi. Önce İskenderun’da piyano ve lisan dersleri verdi. Daha sonra uzun süre Katolik Kilisesi’nin Rahip’liğini yaptığı Antakya’da yaşadı. 2010 yılında sağlık nedenleriyle İstanbul’a Fransız Fakirhanesi’ne geldi.
Fakirhane’nin sessiz,sakin ve huzur veren odasında, duvardaki saatin dış dünyayı unutturan tik takları eşliğinde söyleşimize başlıyoruz.
H.B.) Antakya’da kullanmazdınız.İstanbul’a geldiğinizden bu yana cep telefonu kullandığınızı görüyorum.
P.F.) Biliyorsunuz benim çok düşmanım var. Cep telefonu, televizyon, gazete gibi… Birgün Avrupa’dan bir mektup aldım. Karı koca Türkiye’ye gelmek istiyorlar. Asıl istedikleri Antakya’yı gezmek tanımak. Bu yaşta ben onlarla dolaşamam. Ben de 30 senedir tanıdığım şöförlük yapan H.S.’den istedim, arkadaşım ve eşine Antakya ve çevresini gezdirdi. H.S. sonra kötü bir hastalığa yakalandı. Adana’da tanıdığım Tıp Profesörleri vasıtasıyla, Başkent Hastanesinde ameliyatı yapıldı, biraz yaşadı ve öldü. Daha sonra 11 çocuğundan biri S. aynı hastalığa yakalandı. Bana ‘dede’ diyorlar. Antakya’da birçok çocuğum ve torunum var. İstanbul’a gelmem kesinleşince, birgün bana geldi. Bir cep telefonu getirmiş. Ben karşı olduğum için almak istemedim. İsrar etti ve “Ben ölmeden önce kiminle konuşacağım?” dedi. Onun için kabul ettim. (Peder üzüntüsünden bir süre konuşamadı) “Çok çocuğum ve torunum var. Onların dertleri benim dertlerim oluyor. Antakya’yı benden iyi bilen var mı?” diye soruyor. Devam ediyor.
“Var.Hakkı Bilen var” (Gülüyoruz).
H.B.) Antakya’yı terkederek İstanbul’a, Fakirhane’ye gelmenizin nedeni nedir?
P.F.) Yaşlılıktan ileri gelen sağlık sorunlarım başladı. Belimde sorun var. Antakya çok rutubetli. Çok ağrılarım oldu. İskenderun’da Piskopos’un öldürülmesi beni çok üzdü Kendisini çok severdim. Öldürülmeseydi, Noel’de buluşup görüşmek üzere sözleşmiştik.
Ben artık arkama bakmak istemiyorum. Sakin ve huzur içinde olmak istiyorum. Burada Allah’la karşi karşıyayım.Sadece Allah’tan bahsediyorum. Ben hakikate tapıyorum, Çünkü hakikat Allah’tır.
H.B.) Siz İsa’nın Küçük Kardeşleri Topluluğu’nun üyesisiniz. Topluluğun amacı nedir?
P.F.) Rahip olmamı annem istedi ama bu tarikata bağlanmayı ben istedim. Topluluk fakirlerin hayatını paylaşır.Onlara yakın olur. Yardım ederek, onların hayatlarını paylaşmak, dertlerini sahiplenmektir. Topluluğun üç ilkesi vardır. Birincisi fakirlere yardım etmek, ikincisi Allah’ın emirlerine uymak ve üçüncüsü evlenmemektir. Hiç kimsenin tek başına mutlu olmaya hakkı yoktur. Paylaşmak gerekir.
H.B.) Ankara’da cüzzam üzerine staj yaptınız. Neler öğrendiniz?
P.F.) Ankara Üniversitesine bağlı Cüzzam Araştırma Derneği yeni bir bina yaptırmıştı. Çoğunlukla Doğu Anadolu Bölgesi’nde sağlık şartları daha kötü olduğundan, oradan hastalar geliyordu. Cüzzam hastalığı bulaşıcı değildir. Bize orada mikroskop kullanmayı,mikropları teşhis etmeyi, kanser basili için kan tahlili yapmayı, tedavi usullerini ve birçok şeyi öğrettiler. Doç.Dr.Etem Utku vardı. Türkan Saylan’dan önce. Cüzzam üzerinde çok çalıştı. Çok seyahat yaptı Anadolu’da. O zaman Unicef vardı. Cüzzamlıları tespit etmek için,üzerinde Unicef yazılı arabalar vermişti. Etem Utku bu arabalarla gezerdi, cüzzamlılara yardım etmek için. Şöförü ile Elazığ’a geldi. Keman çalıyordu. Fransızca biliyordu. Bir Rahibenin yazdığı Fransızca şarkıyı söylerdim kendisine. Hazar gölü kıyısında yemek verdik kendisine. Ben Elazığ’a döndüm. Dönüşte şöförü kaza yaptı. Etem Bey, şoförün romatizması olduğunu biliyordu. 3 çocuğu vardı. İşten atılmasına mani olmak için, arabayı ben kullanıyordum diye rapor yazdı. Çok iyi bir insandı.
H.B.) Türkan Saylan da, Etem Utku’dan sonra cüzzam hastaları için çalışmalar yaptı. Başhekimliğini yaptığı,İstanbul’da bir Lepra (cüzzam) Hastanesi vardı, Vardı diyorum. Cilt hastalıklarına da bakılıyordu. Türkan Saylan’ın ölümünden sonra, ismini yok etmek amacıyla geçtiğimiz aylarda, bütün uzman doktorlar başka yerlere tayin edildiler. Cüzzam hastalarını da başka hastanelere gönderdiler. Tabelası da kaldırılmış. Hastanenin Cüzzam Derneği vardı. İptal davası açtılar. Netice ne olacak görceğiz.Cüzzam konusunda Türkiye’de ve Dünya’da başka bildiğiniz çalışmalar oldu mu?
P.F.) Benim Elazığ Cüzzam Hastanesi’nde bulunduğum yıllarda, Türkiye’ye bir Fransız Avukat geldi. Cüzzamlılar için 30 kere dünya turu yapmış bir adam. Hatta bir kitap yazdı “Livre D’amour” Türkçesi “Sevgi Kitabı” (Peder, masasının çekmecesinden kitabı çıkarıp veriyor, inceliyorum, kitabın bütün Avrupa ve Asya dilleri yanısıra Arapça çevirisi de yapılmış. Türkçe çevirisi görünmüyor.)
Avukat A.B.D. ve Rusya’ya soruyor “Aya kadar gittiniz, Dünya için ne yaptınız?” ve diyor ki “Silahlanma için harcadığınız paranın bir günlüğünü bana veriniz, Dünya’dan cüzzamı yok edeyim.”
H.B.) Antakya’ya bir Din Adamı, Rahip olarak geldiniz. Aynı zamanda bir Kültür Elçisi olarak, Antakya’nın Kültür, sanat hatta spor (bunu sonra konuşalım) yaşamı üzerinde, özellikle klasik müziğin yerleşmesi için önemli bir rolünüz oldu. Flarmoni Derneği’nin kurulmasında öncü oldunuz. Bunu anlatır mısınız?
P.F.) İdil Biret Adana’da vereceği bir konserine davet etmişti. Konser sonrası görüştüğümüzde, Eşi Şefik Büyükyüksel ,Antakya’da bir flarmoni derneği kurmamı önerdi. Antakya’ya döndüğümde müzik dostlarını bir araya getirdim. Antakya Defne Flarmoni Derneğini 2002 yılında kurduk. Birkaç yıl Başkanlığını yaptım. Benden sonra Behiç Çinçin’i Başkanlığa, beni de Onursal Başkanlığa seçtiler. Derneğin Başkanlığını şimdi Tülin Erduran yapmaktadır.
H.B.) Uluslarası Piyanistimiz İdil Biret’le nasıl tanıştınız? Sizin de piyano dersleri verebilecek derecede bir piyanist olduğunuzu biliyoruz. Halen arasıra görüşüyorsunuz. İkinizin benzer yönleri neler, anlatır mısınız?
P.F.) İdil Biret ve eşi Şefik Büyükyüksel ile, 1996 yılında, özürlü çocuklar yararına bir konser vermek üzere Antakya’ya geldiklerinde tanıştık. Benzer taraflarımız; İdil de arkasına bakmıyor, şimdiki zamanı yaşıyor, ben de öyleyim. O müzikten bahsediyor, ben Allah’tan bahsediyorum. İdil diyor ki “artık müzik yok,gürültü var” ben de aynı düşüncedeyim.
H.B.) İdil Biret Devlet tarafından Harika Çocuklar Kanunu ile, Piyano eğitimi için gönderildiği Paris’te bir gün hastalandığında Antakyalı bir Türk doktor tarafından tedavi ediliyor.
P.F.)İdil Paris’te Nadia Boulanger’in piyano sınıfında ders gördüğü günlerin birinde hastalanıyor. Ailesi Paris’te bir Türk doktoru olup olmadığını araştırıyorlar. O sırada Paris’te bulunan Antakya’lı doktor Hakkı Çinçin’i buluyorlar. Dr.Çinçin,İdil’i muayene ediyor, ilaçlar veriyor ve İdil’i iyileştiriyor. İdil ve Ailesinin Antakya’lılarla ilk tanışması böyle oluyor.
H.B.) Bildiğim kadarı ile “İdil Biret Kanunu” diye adlandırılan kanunla, İdil’in yaşı küçük olduğundan, Anne ve babasının ona refakat etmesi ve kendisinin ve ailesinin bütün giderlerinin Devlet tarafından karşılanacğı taahhüt altında olduğu halde, Özel bir doktora veya hastaneye gitmek yerine, bir Türk doktor aramaları ne kadar asil bir davranış değil mi? Birde bugüne bakınca, İdil Biret’in vatandaşı, Hakkı Çinçin’in de kendisine rahmet diliyerek,hemşehrisi olmaktan gurur duydum.
Sn. Peder; Antakya’da bir Tenis Kulübü kurmuşsunuz, anlatır mısınız?
P.F.) Tenis’i seviyordum ve oynuyordum. Eski meyan kökü fabrikasının bulunduğu yerde bir tenis kortu yaptık. Flarmoni derneğini kurmadan önceydi. Tenis dersleri vererek kurmuştuk. Para topladığımız insanlar bana “siz olmasaydınız parada toplanamazdı, kulüpte kurulamazdı” dediklerinde, ben de onlara “beni mi bekliyordunuz?” diyordum. Çok acı birşey. Küçük bir şehirde, Avrupa’dan gelen bir serseri. (Estağfurullah H.B)
H.B.) Fransız yazar Dominique Xardel, 2006 yılında “İdil Biret, Une Pianiste Turque en France” adında bir kitap yazdı. 2007 yılında “Dünya Sahnelerinde Bir Türk Piyanisti- İdil Biret” olarak Türkçe çevirisi yayınlandı. Türkçe baskısının, “Tanıklıklar” bölümünde sizin de 4 sayfalık yazınız var.
P.F.) Evet. Dominique Xardel’in kardeşi bizim İsa’nın Küçük Kardeşleri Topluluğu üyesi olarak Rahiplik yaptı. Birbirimizi gıyaben tanıyoruz. Xardel yazarlığı yanında aynı zamanda iyi bir Piyanist. Hayatı ilginç ve geniş olan insanları yazıyor. Kitap Fransa’da çıkınca,beni şahsen tanımak için Antakya^ya geldi. Kitabını imzalayarak bana verdi. (Kitaplıktan alarak gösteriyor)
H.B.) İdil Biret hakkında sizden tanıklık yazısı yazmanızı Xardel’mi istedi?
P.F.) Fransızca baskısında benim yazım yok. Türkçe çevirisinde yazmamı Şefik Bey istedi. Zaten Xardel’de yazmamı söylemişti.
H.B.) Konusu Mitolojik Apollo ve Defne Kantat’ının Antakya’da sahnelenmesini çok istediniz. Olayın geçtiği yer: Defne (Harbiye) Müziğin kalbi Viyana’da, Müzik Akademisi’ndeki Profesörler bile Handel’in bu eserinden haberli değil. Müzik CD’si satan birçok mağaza dolaştım Viyana’da, bilmiyorlar. Nihayet Teldec, Hamburg’un 1988 yılı kaydı bir CD’sini buldum. Çoğaltıp,isteyenlere verdim.
P.F.) Bakınız. Avusturya’nın Antakya’daki Fahri Konsolos’u sayesinde, Johann Straus Viyana Topluluğu Antakya’ya geldi ve konser verdiler. Çok güzel sesi olan bir Soprano’ları vardı. Sonra yemekte yanında oturdum ve ona sordum. Bunlar Avusturya’lı ve Müzisyen onlar da bilmiyorlar. Bunun için kaliteli bir soprano ve güçlü bir bariton gerekli. (.Türkiye’de buna uygun bir bariton yok) Bu klasik müzik ise de Bel Canto ve Klasikler öncesi, Barok bir eserdir. Orkestra şefi partisyonu bende var. (Çekmeceden çıkarıp gösteriyor) “Kimseye vermem, bunu götürme sakın”
(Gülüyoruz-Hangi enstrumanların gerektiğini sayıyor)
H.B.) Bu mitolojik hikayede Defne şöyle der “Daphne! Apollo’nun olmaz. Toprağın olur.” İşte o toprak Defne-Harbiye’de.
Bu eserin metninin Türkçe çevirisini yaptırıp, derginin bundan sonraki sayısında yazmaya ve İstanbul’da sahnelenmesi için katkıda bulunacağımıza söz veriyorum.
P.F.) İnşallah! Ben İnşallah demeyi Antakya’da öğrendim. Biliyorsun, Şubat ayı içinde Antakya’ya gittiğimde, Gaziantep’e de uğradım. Orada da torunlarım var. Çocuklar tatlıdır. Torun Ali’ye “Çalışacak mısın?” diye sordum.Cevap: “İnşallah” Ona bir tokat attım. “Ne demek İnşallah. İnşa Ali” diyeceksin, dedim.
Peder tümcesini tamamlayarak “Bugün bu kadar” dedi.
H.B.) Peki Peder. “İnşa Antakya Kültür ile Apollo ve Defne” Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz. Sağlıkla kalınız.
Hakkı Bilen, Fotoğraf : Arif Okay, 14 Nisan 2011