Şimdi anlatmaya çalışacağım evde çocukluğumun bir dönemi geçti. Gözümün önüne gelen görüntüler biraz sis altında da olsa önemli çizgilerle aklımda.
Çıkmazın sonuna varmadan sağa ayrılan çatalın içindeki sol koldaki evde kiracılık dönemlerimizden birkaç yılı geçti. Çok geniş avlusu olan taş duvarlı, taş döşemeli bir evdi. İçeriye girince solda bakımsız bir mutfak vardı. Yanında tuvalet sağda kapı hizasında duvarı yıkılmış bir oda vardı. Avlunun sağ tarafında sağlam küçük bir oda vardı. Ailecek orada otururduk. Girişin tam karşısında büyükçe iki oda daha vardı. Bu odaları pek az kullanırdık. Özellikle soğuk kış günlerinde orada yatmazdık. Tipik bir Antakya eviydi. Kalın duvarlar, kuş takaları, koca bir havuş, birbirine uzak duran odalar ve mutfak, girişte solda bir cüneyne, ortalarda birkaç limon ağacı.
Ev sahibi burayı biraz depo olarak kullanmıştı. Yıkık odanın içinde ve önünde otomobil motor gövdesi ve diğer parçaları atılı duruyordu. Mutfağın solundaki bölümde oda yoktu. Burası komşu evle ortak 3 m. yükseklikte bir duvardı. Bu duvarın önünde de bir çiçeklik vardı. Bu çiçekliğin en önemli ağacı hurma ağacıydı. Antakya evlerinde hurma çoktur. Ancak bu farklı bir cinsti; sevilen ama az bulunan darabzon hurmasıydı. İşte bu evde sislerin arasından gözümün önüne en net gelen bu ağaç ve onun lezzetli meyvesidir. Bir misafirliğe gittiğimiz gece dönüşlerinde yere düşmüş olgun hurmalar bize birer ziyafet olurdu. Ağaç çok yüksek olduğundan ancak yere hurmaların düşmesini beklerdik.
Odalarda kapaklı, çiftli kapakları olan pencereler vardı. Bir sıra raf vardı. İki tane dolap vardı bunlara süslü eşyalar konurdu. Kitabiye denilen bu vitrinlerin ağaç yapısı oldukça ince işçilikli ve oymalı idi.
Annem mutfakta iş yaparken en çok belleğimde kalan kuru soğan kafalarını kestikten sonra çiçekliğe atar, bunlar yeşerir ve taze soğan oluşurdu. Bunları yeniden toplar kullanırdık.
Burası tipik bir Antakya eviydi. Kuyusu, cüneynesi, tahtı ve diğer özellikleriyle.
Bu mahallede daha çok Alevi hemşerilerim otururdu. Bu sevecen ve çalışkan insanların bizleri aralarında kucaklamaları unutamayacağım anılarım arasındadır. Babamın insancıl ve saygın kişiliği bizi ailecek komşularımıza sevdirmişti. Son olarak küçük bir olayla yazımı tamamlıyorum.
Çalı yüklü bir at geçip gitti. En yakındaki fırına yükünü bıraktıktan sonra çıkmazın girişine atı bağlayan sahibi bir yerlere gitti. Ben, kardeşim burada top oynuyorduk. Top bir an için atın arka ayakları arasında kaldı. Atı seslenerek yerinden oynatamadım. Eğilip alamıyordum. Kuyruğunu çekerek uzaklaşmasının sağlamaya çalıştım. Hayvan kuyruğunu oynatarak huzursuzluğunu belirtti. Bir iki çekiştirmeden sorma atın bir ayağıyla kaburgalarıma vurduğunu anımsıyorum. Savruldum ve bayıldım. Gözümü açtığımda çıkmazdaki Alevi kadınların beni yüzüme su serperek ayıltmaya çalıştıklarını ve’Yaalla ya habibi, fık fık! Ya ruhi fık heydi!’ nidalarıyla seslendikleri dün gibi kulağımda çınlıyor.
Antakya Evlerinin Diğer Özellikleri
Antakya evlerinde sosyal sınıfa göre büyüklük, yapı özellikleri farklı olurdu. Örneğin zengin ağa-eşraf evlerinde mutfakta ocaklık, avluda kuyu, soku, zebih, haremlik, selamlık odaları, taht, misafir odası, hizmetçi odası gibi ilave kullanım alanları ve objeleri bulunurdu. Bazı ağa evlerinin kapısı çift kapıydı. Büyük bir kapının içinde insan boyutuna uygun daha küçük bir kapı olurdu. At ve eşekler yük getirdiği zaman büyük kapı açılırdı. Bu evlerde el işlemesi halılar yerleri süslerdi. Ancak yoksul evlerinde hasır bulunurdu. Bu gösterişli evlerin bir bölümü halen ayaktadır. Yoksul evleri daha derme çatma, küçük olurdu. Hatta bazıları ihtiyaçtan dolayı ikiye ve üçe bölünmüş olurdu.
William Henry Bartlett’in Gözlemiyle Antakya Evi
1836 Yılında Antakya’yı gezen Bartlett La Syrie, La Tere Sainte L’Asie Mineure adlı kitapta konuk olduğu bir Antakya evini anlatmıştır. Adından Antakyalı bir Arap Hıristiyan olduğu anlaşılan Girgius Adeep (Circüs Edib) ticaretle uğraşmakta ve büyük bir konak olan evinde tüccar ve gezginleri ağırlamaktaydı. Bartlett’in kitabında yer alan gravürlerde bu evin çok güzel çizilmiş Gravürü de vardır.
Bu evle ilgili anlatımın yazar Edip Kızıldağlı tarafından yapılan çevirisini vermekte yarar görüyorum. Asi Kenarlarında adlı kitabından yaptığımız bu alıntıyla Edip Kızıldağlı’yı da analım.
Antakya’da Circüs Edib’in Evi
(………)
Size bir misafirperverlik numunesi olarak anlatacağım bu sahne ne bir çadır altında ne de bir çöl içindedir. İşte burada Antakya şehrindedir. Ev sahibimiz Circus Edib; yolcuları evinde gece gündüz ve her zaman istisnasız güleryüzle karşılayan hatta orta hallilere zenginden çok kıymete veren bir tiptir.
Yayan binek nasıl yolcu olursa olsun onları evinde misafir ediyor ve çok serbest ve umumi bir hoşgeldinle karşılıyor.
Ona ilk defa Süveydiye’de Mr. Barker’lerde tesadüf ettim. Daha ilk tanışmamızda beni derhal Antakya’daki evine davet etti.
Bu davet yarı yıkılmış bir manastırı bile bulunmayan harap Antakya’da lüks ve rahat bir şeye benzememekle beraber mecburi bir iyilik olacaktı. Temiz bir oda ve hoş geldin yemekleri hazırlanmıştı.
Circis’in ikametgahı iyi bir yerde idi. Şehrin eski duvarlarının bir yanında pencereden bakınca sol tarafta Asi Nehri görünüyor.
Şehri çeviren yüksek duvarlar dağa doğru sıralanıyor. Harem dairesi sağ tarafta aydınlık içinde, kapının yanında bir kuyudan hizmetçiler su çekiyor.
Türk kadınları gibi örtü örtünmemişler. Çünkü Circüs Edib Hıristiyan’dır. Mutfak harem tarafında sağ köşede fakat görünmüyor. Ev sahibinin çocukları avluda oynuyorlar. Köşedeki kapı misafirlerin yatak odasına açılıyor.
Orada geniş yüksek bir divan odanın her tarafını çevirmektedir.
Bir hizmetçi divanın üzerini okşuyarak düzeltiyor.
Circüs’e misafir olan bazı tacirler oturmuşlar ellerinde çubuklarını tüttürüyorlar. Tam dışarıda Livanın parmakçalıkları görülüyor.
Suriye’de tamamen hususi olarak yapılmış bir denk gibi büyükçe bir carayı (testi) şarapla dolu olarak gördüğüm zaman memnun oldum. Ve bardakları doldurmaya başladım. Beş altı tane arka arkaya yuvarladım.
Genç kadınlar işlemeli kısa etek, bol paçalı geniş şalvar giymişler kalçalarını oynatarak çocuklarla birlikte oynuyorlar, ayaklarında sarı deriden uçları sivri ve kalkık papuçlar var. Çocuklar Şarktaki şeraitin imkanın dahilinde süslenmişler şık ve zarif olmuşlar.
Elbiseleri Avrupa çocuklarınınki gibi yakışıklı sevimli olabilmiş. İlk planda pipolar yahut su ile içilen <<Nargile>>ler fokurduyor. Avludaki büyük limon ağaçları zarif bir gölgelik veriyor.
Circüs Edib’in evinde yolcular kendilerini evlerinde gibi hissederler. Şarkta böyle yolcuları rahat ettiren evler nadirdir. Yolcu isterse veyahut mecbur olursa bu misafirliğini çok günler uzatabilir ve güzide şahsiyetler gibi itibara mazhar olur.
(…………)
Arif Suavi Okay Aralık 2011
Antakya Evi Kuş Ve Fanus Takaları
Antakya evi taş ustalığı
Ta çocukluğumdan beri
Uzanır avlunun kuş-takasına
Asmanın koruklu dalları
Kumru sesleri düşer saçaklardan
Karışır gazal yapraklarına
Ta çocukluğumdan beri
Ne güneş dertli
Ne evin çiçeği
Sabahattin Yalkın
M.Ö. 300 yılı 23 Nisan’ında Casius Dağı’na çıkan Selevkos 1. Nikator, yeni kuracağı kentin yerini gösterecek bir işaret vermesi dileğiyle Zeus’a bir kurban keser. Bir kartal kurban etini kapar ve bir süre uçtuktan sonra eti bırakır. Böylece, Antakya’nın kurulacağı yeri Zeus’un gösterdiğine inanılır.
M.Ö. 3 y.y.’da Selevkos 1. Nikator’un babası Antiochos’un adına izafeten kurulan şehir, Roma, İskenderiye’den sonra dünyanın en büyük şehirleri arasındaydı. Strabo’ya göre Selevkos Krallığı tarafından şu dört şehir (tetrapolis) kurulur; Antakya, Seleucia Pieria, Apameia ve Lodecia-Ad-Mare, sahip oldukları limanları ile sahili, karaların içine bağlayan ve bir dizi oluşturan kardeş kentlerdi. Krallığı Suriye’den Hindistan’a kadar uzanan geniş topraklar üzerine yayılmış olan Selevkos Krallığında 16 tane Antakya kurar. O dönemin nüfusu kimi kaynaklara göre 500 bin kimilerine göre 750 bin. Bugünkü Antakya, günümüze kadar ayakta kalan tek şehir konumundadır. O dönemin en büyük o ihtişamlı yaşam, Defne’de bugünkü Harbiye’de Romalı lejyonerlerin tatil yeri olarak kullandıkları büyük kent konumundaydı. Bugün neresini kazırsanız içinden tarihi eser çıkan bugüne kadar on defa depremlerle yerle bir olmuş ancak her seferinde yeniden kurulan ‘Doğunun Büyük Kraliçesi: Antakya olarak tanımlanmıştır. Helenistik çağ özelliği olan sokaklar ‘ızgara plan’ bu şehrin binlerce yıllık özelliğini hala korumaktadır.
Antakya, Mısır kraliçesi Kleopatra’nın Marcus Antonius ile evliliğine ev sahipliği yapar. Evliya Çelebi adımlarıyla şehrin etrafını saran surların uzunluğunu sayar. Agatha Christie yazdığı ünlü cinayet romanlarından birine, Antakya’yı esin kaynağı yapar.
Çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış, 23 asırlık Antakya, hala o dönemlerden kalan en önemli değerlerden biri taşlı, avlulu Antakya evleridir. Hangi uygarlık bu topraklardan geçtiyse o uygarlık bu kente bir değer katıp etkilerini hala bugünlere kadar devam ettirebilmiştir. Bu evler öyle muntazam mühendislik harikasıyla yapılmış ki her evin avlu kapısı ya kuzeye ya da güneye açılmasının tesadüf olmadığını yıllar sonra anlamaktayız. Asi nehrinin şehre verdiği serinletici havanın Antakya evlerinin kapısından geçip avluyu ferahlatması sıcak kentteki evlere adeta canlılık katmaktadır.
Taş işlemeleriyle ünlü Antakya evleri duvarların kalın yapılması, yazın evin içini serinletmesi ve kışın da evin ısısını kaybetmesini önlemektedir. Güneyin uzantısı sıcak bir kent olan Antakya için avlulu evlerde yaşam için çok büyük önem taşımaktadır. Bu evler sosyal bir mekan olması nedeniyle kent kültürünün bu evlere de yansıması doğal olsa gerek. Sıcak bir mekanı serinletme işini doğal yollarla yapmak binlerce yıl öncesinde düşünülmüş ve bu mekanların ana ihtiyaçları taş olmuştur. Bu taşlar Antakya evlerinin vazgeçilmezleridir. Evlerin avlulu olması ve avluyu çevreleyen duvarın ve zeminin taşlardan kaplı olması bu evlere değer katmaktadır. Kesme taşlar bu yöreden çıkarılmakta ve bu evlere hayat vermektedir. Binlerce yıllık yaşam bu avlulu evlerde olmaktadır. Seki denilen avluda oturulan yer, yine aynı şekilde büyük kesme taşlardan yapılmaktadır. Oturulan mekan haricinde tuvalet mutfak ve banyo, zeminde tek kat olup kapıları avluya bakmaktadır. Oturulan mekan iki katlı avluya bakan kesimde o muhteşem taş işlemeleri bulunmaktadır. Bu taş işlemeleri Antakya evlerine özelliğini vermektedir. Bu taş işlemelerinde en güzel örmekler duvarda bulunan fanus ve kuş takalarıdır. Taka bu yörede pencere anlamında kullanılmaktadır. Bu takalar evin üst katında avluya bakan yüzde bulunmakta olup her birinde özel taş işlemesi kullanılmıştır. Avluya bakan taş duvarda bulunan Fanus takaları (Antakya’ya özgü gaz feneri) için avluyu aydınlatmak için duvarda özel bir yeri bulunmaktadır.
Oysa bugünkü Antakya: Son nüfusa göre 200 bin. Binlerce yıllık Antakya hep depremlerde yerle bir olmuş ve her seferinde inadına şehir yeniden kurulur. İçinden geçen nehir ‘ASİ’ adını bu şehirden almış olsa gerek. Ancak hiçbir doğal felaket insanoğlunun bir şehre yaptığı yıkım kadar büyük olamadı. Eski Antakya olarak bilinen Asi nehri ile Habib-i Neccar arasındaki alanda, tescilli olan sadece 500 evi koruyabildik. Modernleşmek! Adına önce o muhteşem taş döşemeli Helenistik çağ özeliği taşıyan ‘ızgara sokak’ların üstünü betonla kapladık. Eski evlerimizi korumayıp ya yıktık yerine yenisini yaptık, ya da evleri çürümeye bıraktık.
Yıllar sonra bu hazinelerimizi keşfetmeye başladığımızda ne yazık ki iş işten geçmiş oluyor. Nedense bizde tarih hep tekerrürden ibaret oluyor.
Sözü büyük usta Ali Yüce’ye bırakalım:
Bir Kişilik Sokak
Antakya sokakları dar,
Antakya sokakları bir kişilik
Sen giderken ben gelemem,
Bir gönlümü bahar almış,
Bir gönlümü yaz.
Antakya sokakları bir kişilik
Öte git biraz.
Dr. İsmail Güzelmansur – Aralık 2011
Tarihi Antakya Kent Dokusu Sokakları Ve Geleneksel Evleri
Antakya şehri M.Ö. 300 yılında Seleukos krallığı yönetiminde Habib Neccar Dağı ve Asi Nehri arasında kurulmuştur. Kent, Habib Neccar Dağ’ının batı sırtı ile Asi Nehri arasında kalan bölgede mimar Xenarius tarafından Hippodamos Şeması’nın ilkelerine göre, birbirini 112 m. x 56 m. dik açılarla kesen sokakların oluşturduğu yapı adaları üstünde inşa edilmiştir.
Osmanlı Dönemi’nde (1516-1918) kent organik sokak dokusundan meydana gelmiştir. Tarihi dokunun genelinde Osmanlı dönemi sokak sisteminin temel niteliklerini görmek mümkündür. Şöyle ki, tarihi kent dokusunun sokak düzeni eğrisel, dar sokaklar ile çıkmazlardan oluşmaktadır. Sokaklar eski Roma devrindeki Pompei sokaklarını anımsatan taş döşemelerden oluşmuştur. Ara sokaklar, iki tarafı 100-135 cm. genişliğinde kaldırımlı ve ortasında suyun akmasını sağlayan 60-100 cm. genişliğinde bir akıntı kanalından meydana gelmiştir
Sokakların arasında ‘cul-de-sac’ çıkmaz sokaklar vardır. Bu sokaklara mahalli dilde ‘zokmak’ denir. Sokakların daralıp genişlemesi, çıkmaz sokaklara açılması tarihi kent dokusunda sürpriz perspektif noktalar sağlamaktadır. Bazı sokakların üzerinde Kabaltı bulunmaktadır. Kabaltları evlerin yaşama mekânlarıyla sokak arasında görsel ve biçimsel bir bağ kuran ve sokaklarda gölgeli geçitler oluşturup, sokaklara görsel zenginlik katan etkili mimari elemanlardır. Sokak başlarında duvar köşeleri pahlıdır. Pahlanan duvarlar sokaklardan geçen hayvanların sivri köşelerden zarar görmesini engellemektedir.
Geleneklere göre ev yaşantısını saklama ve korunma amacıyla evlerin zemin katları ve bahçe duvarları yüksektir. Böylece sokak, zaman zaman iki yanında taş veya kerpiç duvarlar yükselen bir koridor gibidir. Evlerin sokağa taşan çıkma ve saçakları ile bahçelerden uzanan ağaç dalları sanki sokağın üstünü kaplar. Ayrıca sokakların genişliği konumuna göre değişkendir. Örneğin, çeşmeler sokağın genişlediği yerlerde veya köşe başlarında, bina girişleri ise sokağın daralan noktalarında yer alır.
Geleneksel Antakya Evleri
Antakya eski kent dokusunda var olan konutların genelinde, haremlik selamlık anlayışı içinde dışa kapalı müstakil evler karşımıza çıkmaktadır. Evler Kuzey Suriye’nin tipik avlulu evlerinin planını taşımakla beraber, tamamen Anadolu Türk evlerinin karakterine sahiptir. Çoğunluğu nakışlı ve ağaç işleriyle süslenmiş olan bu evlerde, Türk sanat ve zevkinin bütün inceliklerini görmek mümkündür. Bazı istisnalar hariç olmak üzere az çok farklarla bütün Antakya evleri hep bu plan ve karakter içerisinde inşa edilmiştir. Ev sahibinin kudretine göre dekorasyonu, süsleme zenginliği ve yapının büyüklüğü değişmektedir. Bu sebepten bazı evlerde zengin bir dekorasyon mevcut iken bazılarında daha basit bir süsleme anlayışı görülmektedir. Özellikle iki asır öncesine ait olan evlerde süslemeciliğin daha zengin ve daha yaygın olduğu görülür.
Evlerde üstü açık kare veya dikdörtgen şeklinde bir avlu bulunmaktadır (Şekil 2). Evin odaları bu avlunun iki tarafında sıralanır. Özellikle yaz aylarında serin olduğu için vaktin büyük bir kısmı avluda geçmektedir. Ortada bir havuz veya kuyu bulunur. Portakal, hurma, mersin, defne ve nar ağaçları ile aynı zamanda küçük bir bahçe havası taşır. Avlu içinde yer alan merdivenin altında bir niş içinde musluk bulunur. Antakya’da tarihi kent dokusunda avlusuz ev hemen hemen yok gibidir.
Avlunun uygun bir yerinde, üst kattaki mekânlara ulaşımı sağlayan harici bir merdiven yer alır. Genellikle duvara ankastre masif taş basamaklardan oluşan merdiven, üst katta odaları birbirine bağlayan konsol bir koridora ulaşır. Bu koridor çoğu kez, avluya açık bir balkon şeklindedir.
Birçok Antakya evinde sokak kapısı ile avlu arasında geçişi sağlayan, üstü kapalı ortalama 2-3 m. uzunluğunda, 1,5-2 m. eninde Aralık denilen dar bir koridor bulunur. Bu koridorun sonunda ikinci bir kapı ile avluya geçilir. Bu aralık kısmı sokakla direk ilişkiyi kesmek için tasarlanmıştır.
Aralıkta, iç kapının yanındaki duvar kalınlığı içine yerleştirilmiş, bir mil etrafında dönebilen, silindir şeklinde, dairesel ahşap raflardan oluşan bir dönme dolap veya dönerli dolap yer almaktadır. Bu dolap sistemi evin hanımının veya hizmetlinin dışarıdan getirilen bir şeyi, getiren yabancıyı görmeden içeriye alması için kullanılırdı. Bu dolap sistemine günümüzde artık kullanılmadığı için pek rastlanmamaktadır.
Evleri oluşturan odalar, (yatak, oturma, yemek ve misafir odası) bir mecburiyet olmadığı takdirde avlunun bir kenarında güneye bakacak şekilde tek sıra halinde dizilirler. Umumiyetle iki katlı olan bu kısımda odalar, başlı başına müstakil bir vaziyet gösterirler. Bu odaları birleştiren tek müşterek taraf pencere ve bunların üstünde kuş takalarının dizildiği avluya bakan cephesidir. Odaların kapı ve pencereleri avluya ayrı ayrı açılır. Evin sokağa bakan cephe hattındaki taş işçiliği ve pencereleri avludakilerin tersine daima basit ve gösterişsiz yapılmaktadır.
Evlerin avluya bakan cephelerindeki kesme taştan yapılmış duvarların yüzleri, özellikle kapı, pencere ve kuş takalarının etrafı ve üzerlerine rastlayan kısımlar ince oyma işleriyle süslenmektedir. Samarra alçı işlerini hatırlatan bu oymalardan stilize bitki ( özellikle sarmaşık) ve geometrik motifler eğri kesim tekniği ile işlenmiştir.
Avluya açılan odalardan biri diğerlerinden daha süslü olarak yapılmaktadır. Bu odaya başoda ismi verilmektedir. Başodaya yakın, avlunun bir kenarında eyvan bulunmaktadır. Bu bir oda büyüklüğünde yerden 40-50 cm. yüksekliğinde taştan yapılmış bazen üstü kapalı bazen de açık olan, yaz aylarında oturmaya mahsus bir dinlenme yeridir.
Yukarda tanımlanan nitelikleriyle özgün bir karaktere sahip olan Antakya evlerinin oluşturmuş olduğu tarihi kent dokusu, korunması ve gelecek nesillere aktarılması gereken bir kültür mirasıdır. Tarihsel süreç içerisinde sosyal, kültürel, idari ve fiziksel parametrelerin ışığında oluşan tarihi doku, Antakya kentinin kültürel kimliğinin birebir yansımasıdır.
Müjde Nur Rifaioğlu Aralık 2011
Dar Sokaklı Ve Geniş Avlulu Evler Kenti: Antakya
Antakya’da dolaşırken aklımın en sivri ucunda, “Şimdi bir deprem olsa, bu kentin belleğine ne olur?” sorusu beynimi kemirir. En kötü olasılık üzerinden de şu soruyla meşgul olurum: “Uygarlıklar beşiği Antakya depremlerle sallanarak bugünlere gelmiş, geleceğe nasıl yol almalı?”
Hiç unutmuyorum, yanılmıyorsam 22 Ocak 1997’de Antakya’da 5’i aşan şiddette bir deprem olmuştu; günlerce artçı sarsıntılar sürdüğünden halk açık alanlarda yaşamını sürdürmeye çalışmıştı. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Antakya’ya gelen New York Times’in Türkiye temsilcisi Stefan Kinzer, kentteki başka kişilerle görüştüğü gibi benimle de bir röportaj yapmıştı. İlginç sorularından biri şöyleydi: “Birçok depremi geride bırakarak ayakta durmayı başarmış Antakyalıların torunu olarak, Dünya’yı yönetenlere ne demek istersiniz?” Doğrusu, yanıtı çok boyutlu olan bu soruyu özetle şöyle cevapladığımı hatırlıyorum: “M.Ö. 37’den M.S. 1872’ye kadar onlarca büyük depremin yıkımından kurtulup Anka kuşu gibi âdeta küllerinden doğan Antakya’nın bu başarısının sırrı, tarih bilincini sürekli kılan bir belleğe sahip olmasıdır. Yani, dışarıdan gelen saldırılara, göçlere karşın Antakya’nın kadim damarları hep ayakta kalmış, dışarıdan gelenler de zamanla asimile olarak bu kadim damarların içinde dolaşan hücrelere dönüşmüştür. Bugün de, tüm zaaflarına karşın bu kentte yaşayan kadim damarlarda “Antakyalılık bilinci” akmaya devam etmektedir. Esas tehlike, Dünya’ya hükmetme iddiasında bulunan emperyalist ülkelerin merkezleri olan New York, Washington, Londra, Paris ve Berlin’i beklemektedir. Çünkü bu kentler, artık büyük oranda sermayenin kaotik merkezleri haline gelmiştir. Buralarda yaşayan halkın büyük çoğunluğunda o kentin kadimi olma bilinci silinmektedir. “Beyin” ve “fiziki” göçlerle büyüyen bu kentler, eşitsizliklerle ayrışmış insanların patlamasına gebedir.” Bu değerlendirmemin üzerinden on yıl geçmeden Paris ve Londra’da başlayan isyanlar, bu yıl da New York’ta gündeme gelmiştir.
Dikkat çektiğim tehlike, aslında uluslar arası tekellerin “kaynak aktarma” politikalarının, savaş-işgal vd. yöntemlerle Bağdat ve Trablusgarp’ta görüldüğü üzere bölgemizdeki tarihi kentlerin de kadim belleğini silmeyi amaçladığına işaret etmekteydi. Artık günümüzde tümüyle doğa ve insanlık bu tehlikenin yoğun basıncı altına girmiştir. Sorun da bu basıncın altından doğayı ve insanı nasıl kurtarmamız gerektiği noktasında düğümlenmektedir.
Yarım yüzyıllık ömrümüz geride kalırken, Antakya’yla ilgili daha çok güzel anılar belleğimizde canlanmakta; farklı kültürlerden insanların bir arada barış içinde yaşama bilinci edindiği bu kentin sokak ve evlerinden yükselen Türkçe, Arapça türkü ve şarkıların eşliğinde sevgi ve dostluk paylaşımının güzelliği içimizi dinginleştirmektedir. Bir köy çocuğu olarak ilk kez 1965’te bir Antakya evine konuk olduğumu hatırlıyorum, o eski evin taş avlusunda çiğ köfte yapmak için et döven kadınların şen şakrak halleri, beş yaşındaki çocuğun belleğiyle bugün de canlılığını koruyor bende. O eski evlerde çeşit çeşit yemek hazırlayan kadınların marifetlerinden birinin de, yaptıkları güzel dolma ve sarmaları satarak sinemaların kadın matinelerine gittiklerini, öykücü Kerim Dönmez’in Amik dergisinde yayımlanan bir öyküsünden öğrenmiştim.
O zaman, annemle kadim Roma Köprüsü’nden geçip Sanat Enstitüsü’nde okuyan Mehmet ağabeyimi ziyarete gittiğimizde tanık olduğum manzara, hiç aklımdan çıkmıyor. Taş köprünün altından akıp giden Asi sularına nehrin kıyılarındaki söğüt ve çınar ağaçlarının gölgelerinden ayaklarını uzatmış ya da oltalarıyla balık avlayan insanlar… Çarşıdaki esnafa sebze, meyve götüren köylülerin Türkçe ve Arapça karışık konuşmaları… Şapkalı ve üniformalı okul öğrencilerinin cıvıltıları ve o cıvıltılara eşlik eden martı sesleri… Bu güzel manzaranın renkleri ne yazık ki şimdi yok ve Kasım 2011’de Antakya Parkı’ndaki kadim çam ve çınar ağaçları bile sökülürken, halkımız ayağa kalkmıyor… Ne acı!
Biliniyor, Antakya’nın mimari dokusunda, Asi’den gelen meltem rüzgarının dar sokaklarda gelinlik kız gibi dolanıp taş avlulara serinletecek bir özellik var. Akdeniz’in sıcağına bu doku sayesinde dayanabilir kent halkı. Bu dokunun avantajıyla hayat bulan eski evlerin avlularında limon, portakal, mandalina, hurma, nar ağaçlarından mutlaka bir ya da birkaçı vardır. 1995 Mayıs’ında Silahlı Kuvvetler Caddesi üzerinde İnsancıl Kültür Merkezi olarak kiraladığımız binanın avlusunda da yenidünya vardı ve bir asmayla sarmaş dolaş yaşıyorlardı. İstanbul’da 21 yıldır yayımlanmakta olan İnsancıl Dergisi’nin Antakya Temsilcisi olarak, burada yaptığımız açılış töreninde yaptığım konuşmanın bir yerinde şöyle demiştim: “İçinde bulunduğumuz bu yapı, 1920’de işgalci Fransa’nın konsolosluk binasıymış. Biz Antakya’nın yurtsever ve sosyalist insanları olarak bu yapıyı, emekçiler için aydınlanma ve sanat merkezi haline getirmeye kararlıyız.” Gerçekten de üç yıl boyunca faaliyette bulunduğumuz bu binada, onlarca söyleşi, konferans, panel, şiir dinletisi, tiyatro gösterisi, resim ve fotoğraf sergisi, satranç turnuvası düzenlemiştik. İçinde kurduğumuz kütüphaneyle öğrencilere kaynak sunmuştuk. O dönemde bu etkinliklerde emeği geçen arkadaşlarımız arasında Leyla ve Niyazi Sakallı, Şemsettin Bilgin, Nimet ve Songül Dibo, Yusuf Recepoğlu, Ahmet Hamurcu ve Hasan Tür’ü sayabilirim. Bu güzel insanlarla Nâzım Hikmet’in “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” yapıtını oyunlaştırarak hem İnsancıl Kültür Merkezi’nde hem de çevre beldelerde sahneye koymuştuk. Antakya Kültür Merkezi’nde ve kimi düğün salonlarında Kızılırmak Müzik Grubu, Onur Akın, Bahar, Fevzi Kurtuluş ve Nurettin Rençber konserleri düzenlemiştik. O döneme tanıklık eden sanatçı dostların ve sanatseverlerin, Antakya, Samandağ, İskenderun ve çevre beldelerde ciddi bir kültür-sanat rüzgârı estirdiğimizin altını çizdiklerini belirtmeliyim.
Arşivime baktığımda 1995-1998 arasında bu tarihi yapıda “Edebiyatımızda Antakya”, “Örgütlü İnsan ve Sanatın Örgütlenmesi”, “Sanatta Eleştiri” başlıklı panellerimizi yüzlerce kişi izlemiş, soruları ve katkılarıyla renk katmışlar… “Şiir ve İnsan” konulu söyleşimize ise Antakya’nın yetiştirdiği önemli şairlerden Süleyman Okay ve Sabahattin Yalkın yanında Ozan Telli, Yusuf Kaptan ve Sabit Kemal Bayıldıran katılmışlardı. Şimdi aramızda olmayan Süleyman Okay’ın, “Müslüm Hoca, burada buram buram meltem eşliğinde şiir rüzgarı esiyor.” sözü hiç aklımdan çıkmıyor.
Sanatsal faaliyetlerimiz yanında öğrenciler başta olmak üzere ilgilenenlere yönelik bilim ve felsefe etkinliklerine de yer vermiştik. Felsefeci Halit Ertan, şöyle bir saptama yapmıştı o tarihi binada: “Diyalektiğin temeli doğu felsefesinde mevcuttur.” Aynı yerde Türkiye’nin değerli felsefecilerinden Afşar Timuçin, “Aşkın Diyalektiği”ni paylaşmıştı bizimle. İnsancıl Dergisi Genel yayın Yönetmeni Cengiz Gündoğdu ve sahibi Berrin Taş’ı da iki kez Akdeniz sıcağıyla karşılamıştık. Daha kimler geçmedi o güzelim dokuya kendi rengini çalarak… Kısa bir süre Mum Dergisi temsilciliği olarak da faaliyet yürüttüğümüz bu binanın ahşap kapı ve pencerelerindeki süslemeler, vitraylı camlar, işlemeli gömme dolaplar da her gelenin imrenerek baktığı detayları oluşturuyordu.
Üç yıl sonra bu dergilerin temsilciliklerini kapatma kararı almaları üzerine binayı terk etmek kararı aldığımızda yüreğimizin yangın yerine döndüğünü dün gibi hatırlıyorum. Böyle bir mekanın hovardaca kullanacak birilerinin eline geçmemesi için, Güney Rüzgârı dergisini çıkarmakta olan gazeteci dostum Mehmet Ali Solak’la temasa geçmiştim. Onun da yoğun emeğiyle bu tarihi yapı dökülmekten kurtulup restore edildi ve 12 yıl “Antakya Evi” olarak, Hatay mutfağını yerli ve yabancı turistlere sunan bir hizmet verdi. Şimdi tanımadığım birilerinin devraldıklarını öğrenmiş bulunmaktayım.
Umuyor ve diliyorum ki, Antakya’nın mimari ve insani dokusunu yaşatan binalar daha titizlikle korunur ve gelecek kuşaklara kültür mirası olarak bırakılır.
Müslüm Kabadayı Aralık 2011
Amik Ovası Mimari Yapısı Ve Yaşam Biçimi
Amik Ovası 900 kilometre karelik bir alana yayılmış ve Amanos dağları, Asi ve Afrin, karasu, gibi ırmaklarla çevrelenmiş, gizem dolu, tarih ve kültür fışkıran, onlarca uygarlığa beşiklik etmiş bir yerdir. Amik Gölü kurutulduktan sonra ortaya onlarca Tarihi nitelikli, höyüklerin ortaya çıkması bilim adamlarını, araştırmacı ve antropologları, arkeolog, tarihçileri şaşırtmış ve buraya odaklanmalarına neden olmuştur. Hatay, Türkiye’nin en eski yerleşim yerlerinden birisi olma özelliğini sürekli barındıran bir merkezdir.
Araştırmacılar, eldeki bilgilere göre yörenin iskân tarihinin M.Ö. yüzbinli yıllara rastlayan orta paleolitik(eski taş, yontma taş çağı) döneme kadar uzandığını ifade etmekte, bunun 2,5 milyon yıl öncesine kadar uzanabileceğini belirtmektedirler. 1954-1966 yılları arasında Altınözü, Şenköy, Antakya ve Çevlik’te yapılan araştırmalarda elde edilen ve M.Ö. 100.000-40000 yılları arasında tarihlenen bulgular orta paleolitik dönem özellikleri taşımaktadır. Yine Yayladağı-Kışlak civarında ve Çevlik-Kanal mağarasında, M.Ö. 40.000-11.000 yılları arasında tarihlenen üst paleolitik döneme ait araçlar ve insan kalıntılarında Homo Sapiens(akıllı insan, bilge, bilen insan )Çevliken sis’ten kalma kemikler bulunmuştur. Bu mağaralarda insan yaşayışının Milattan sonraki yıllara kadar sürdüğü tahmin edilmektedir.
Amik Ovasındaki önemli yerleşim alanı olan Reyhanlı ilçesindeki Tell- Cüdeyde,Vadi-el Hamam i, Kanula(Çatalhöyük)Tell- Açana, Tell-Tainat, Karahöyük, Yeşilova mahallesi kaya mezarları, İbrahim paşa köyü nekropolü, gibi höyüklerde değişik zamanlarda yapılan kazı ve araştırmalarda elde edilen buluntulardan (çanak-çömlek, kadın figürleri, ağırşak, boncuk, süs eşyaları, dörtgen planlı büyük kerpiç ev duvarları -taş temel üzerinde kerpiç duvar-, maden gereçler, orak, mermerden yapma bıçaklar, taş mühürler, iğneler, deliciler, baltalar, mızrak, ok uçları, mızrak uçları, sapan taşları gibi Kaba hamurlu basit mutfak kapları, koyu renkli açkılı kaplar, baskı bezekli örnekler çoğunluktadır.
Baskı bezeklilerde çentik, çizgi ve yarım ay örgeleri yaygındır ince hamurlu özenle yapılmış çanak-çömlek ortaya çıkartılmıştır. Hatay yöresinin neolitik, kalkolitik dönemlerde ve Tunç Çağında yaygın ve hareketli bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonra yapılan araştırmalar ise, bu çağlar boyunca Amik Gölü’nün bazen daha geniş alanlara yayıldığını, bazen de kuruyup göl sahasının uzun yıllar ova halinde kaldığını, Asi nehrinin zaman zaman yatak değiştirdiğini göstermiştir. Amik Gölü ve Amik Ovası Hatay mimarisinin başlangıcını oluşturur. Asi nehri kenarına kurulan yerleşim alanları bu bölgenin de önemini ortaya koyar, aynı zamanda. Amik Gölünün bu sarayları yer yer su altında bırakıp tahrip ettiğini sarayların çok yükseklerde olmasından anlamaktayız, tüm kralların sarayları Tell-Açana, Tell-Tainat, Tell-Cüdeyde, Tell-Dehap, kanula, gibi yerlerdeki höyüklerin üstüne kurulan kerpiç saraylar hem düşmandan, hem de sulardan korunmak için yapılmış mimari alanlardır. Yammah krallığı üstüne yürüyen Murşil Tell-Açanadaki sarayı yakmıştır, bu gün bile kazılarda ortaya çıkartılan bu kerpiçleri kömlürleşmiş bir şekilde görmek mümkündür.
Amik Ovası yerleşimlerinde görülen Tell-Açana ve Tell-tainat gibi höyüklerde hitit,,hurri, mitanni uygarlıklarına ait saray mimarisi kalıntılar yapılan kazılar sonucunda ortaya çıkartılmıştır, Tunç Çağının siyasi yapı ve yaşayışı ile ilgili bazı bilgiler yanında, bu yerleşimlerin beylikler biçiminde örgütlendiğini de ortaya koymuştur.
Amik Ovasında yerleşim alanları olarak hep ırmakların kenarlarınını seçilmiş olması tesadüf olamaz. Reyhanlıda bulunan ve kazı yapılan Tell-Cüdeyde(büyük altın tepe) ve Tell-Dehap(küçük altın tepe ne yazık ki Reyhanlı belediyesi tarafından katledilmiş olup, bir parçası insan uygarlığının en güzel örneği olarak durmaktadır)bu höyüklerde yapılan arkeolojik kazılarda yukarıda saydığımız ve insanların yüzlerce, binlerce yıl öncesinden kullandıkları el aletleri bulunmuştur! El yapımı mermer bıçaklar, ok ve mızrak uçları, büyük kerpiç binalar ve duvarlara Tell-Açana ve Tell-Tainat, Tell-Cüdeyde bölgelerinde rastlanmıştır.
Bu bölgelerin Hitit-Hurri-Mitani-Pers-Sasani-Lidya, Helen-Roma, Bizans, Mısır-uygarlıklarının kurulduğu alanlar olduğu dikkate alınırsa, geride bıraktıkları tarihi miraslar yerleşim alanları olduğununun somut kanıtlarıdır, Anadolu da ilk kurulan uygarlığın Hititler olduğu dikkate alınacak olursa, Amik ovasında uzunca uygarlıklarını sürdüren Hititler aynı zamanda Hititlerle, Mısırlılar arasında gerçekleşen savaşlar sonrasında yapılan Kadeş Anlaşması yine bu gün ”ki Reyhanlı sınırları içerisinde kalan Acana, Alalah höyüğünde gerçekleştirilmiştir, Bu nedenle Amik Ovasının, Hatayın tarihi bir önemi bulunmaktadır. Yine Reyhanlı Köylerinden Dizin(oğul pınar)köyündeki Helen, Roma, Bizans döneminde kullanılan ve İlk Yerleşim Alanı olarak bilinen Metropol(yer altı şehri)de yapılacak kazılarda ülkemiz ve dünya tarihine ışık tutacak materyallere ulaşılacağı muhakkaktır!.
Amik Ovasında Hitit uygarlığının izleri halen ayaktadır. Bunlar kralların saraylarının olduğu höyükler ve buralardan çıkartılan binlerce arkeolojik eserlerdir. Amik Ovasında M.Ö 3200-2000 yılları arasında kanula, tell-cüdeyde, tell-dehap”da yapılan arkeolojik kazılarda ilk mimari kalıntılara Tell-tainat, tell-açana,da rastlanılmıştır. Buralardaki evler dörtgen planlı olup, kerpiç kullanılmıştır. Ayrıca yine çanak, çömlekler, kâseden ayaklı kaplara kadar çeşitli biçimli eşyalara kullanılmış olmakla birlikte, bir çok fırınlanmış, el yapımı kırmızı boyalı seramik kâseler ortayı çıkmıştır. Bu döneme ait olan ve çok ilginçlik sergileyen bir diğer eserde Tell-Cüdeyde Höyüğünde kumaşa sarılı olarak bulunan “Altı İnsan Heykelciğidir! Yine aynı yerde iğneler, çeşitli deliciler, balta ve mızrak uçları bulunmuştur. Amik Ovası yerleşmelerinde Saray Mimarisi kalıntıları bu bölgenin yaşayış biçimini de ortayı koymaktadır.
Tell-Açana büyük saray ve tapınak kompleks lerinin ortayı çıktığı görülür, Tell-Açanaya taşınmış Yammad Kralı Hammurabinini Sarayının da kerpiçten yapıldığı görülmüştür, Bu gün bu sarayın kalıntıları Prf, Dr. Aslıhan Yener ”in kazı ekibi tarafından ortayı çıkartılmış ve orijinalliğine uygun olarak restore edilerek, kazındırılmış bulunmaktadır. Roma, Bizans, Helen gibi uygarlıklarda ise kayalara oyulmuş büyük mağaralar ve mezarlar, yer altı şehirleri(metropol) bulunmaktadır. Hititler uygarlıklarını oluşturdukları höyükler üstüne kurmuşlar ve etraflarında kendilerini koruyan kerpiç binalar, kaleler yaparak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Amik Gölü ve Amik Ovası civarındaki uygarlıklardan kalan mimari eser örnekleri halen inatla insanlığın tahribatına karşı ayakta kalmaktadır. Hatay genelinde 400,Amik ovasında ise 250”den fazla höyük bunlara en iyi örnektir. Amik Ovasında bunca modern uygarlıkların kurulmuş olmasına karşılıkta, kanlı savaşlarında yaşandığı bilinmektedir. Her şeye rağmen günümüze kadar gelen bu uygarlık örneklerini bu günkü insanlarımızda taklit ederek yaşamlarını sürdürmektedir. Önemli bir su kayrağı olması nedeniyle Amik gölü civarında kümeleşen insan grupları buraların da yüzlerce yıl kalmış, uygarlıklarını sürdürmüşlerdir. Amik Gölü etrafındaki en büyük mimari örneği olan Hitit –Helen-Roma-Bizans uygarlıklarının ortak kullandığı anlaşılan ve Amik Gölü ıslah çalışması yapılırken katledilen ve Ovanın en büyük höyüğüdür?
Reyhanlı, Kırıkhan, Kumlu, Antakya merkez ve civarı yerel mimari özellikleri geçmişi yansıtmaktadır. Antakya kent mimarisi Roma, Helen, Bizans ortak özelliklerini taşımaktadır. Fakat Antakya arkeoloji müzesindeki mozaikler ve diğer ilçelerdeki ortaya çıkartılan, fakat müzedeki yer sorunu nedeniyle sergilenemeyen mozaiklerde Roma dönemi mimari özellikleri görülür. Reyhanlı merkez ve köylerindeki yerel mimari yapısında mağaralar özellikle Reyhanlı Cüdeyde Mağarası ve onun devamı olan mağaralarda Hitit dönemlerinde insanlar yaşamışlar. Cüdeyde mağarasının girişinden Vadi-El Hamam olarak bilinen ve devamı bu günlerde Reyhanlı’nın Esentepe, Cüdeyde mahallelerinden başlayıp, Yenişehir mahallesine İmma Kalesi ”ne kadar takip eden mağaraların bulunduğunu, günümüzde üstlerine kasıtlı olarak yerleşim alanları yapıldığını görmekteyiz. İbrahim paşa, Çakıryiğit, Oğulpınar, Cilvegözü, Harran köylerinde bulunan yüzlerce mağara bu günlerde hayvan barınağı, samanlık, kiler, gibi kullanılmakla birlikte, birçoğunun üstü yabancı bir uygarlığa ait olduğu gerekçesiyle bölgede yaşayan Müslümanlarca üzerleri kapatılıp, köreltilmiş, yok edilmiş bulunmaktadır.
Bu köylerimizde mağaralarla birlikte büyük yer altı şehirleri de bulunmaktadır. Ancak köylülerin dinsel inançlarından dolayı yine buraların girişlerini kapatarak, arkeolojik araştırmalar için beklemektedir. Yeşilova mahallesindeki Mağara ve Kaya Mezarları o kadar çok ”ki saymak mümkün değildir. Hemen hemen her evin altında bir veya birkaç tane mağara ve bahçesinde ise kaya mezarları bulunmaktadır. Hatay İl Kültür ve Turizmi müdürlüğü, Arkeoloji müzesi müdürlüğüne atanan politik kadrolar arkeolojik araştırmalar, alan taramaları ve arkeolojik eserlere sahip çıkmanın, korumanın yerine politik kararlar alarak tarihe kara sayfa olarak geçmektedirler. Reyhanlı merkezdeki fidanlık mahallesi içerisinde kalan ve bugün Oğuzhan ilköğretim okulu olarak bilinen okulun altındaki büyük mağara ile Tell-Cüdeyde, kanula, ve Yeşilova mahallesi mağaraları arasında geçişler mevcuttur. Eski onlarca uygarlıktan kalan bu gün “ki mimari örnekleri ise kerpiç, kesme taş, hug, ahşap ve Hayma. Reyhanlı, Kumlu, Kırıkhan gibi ilçe ve köylerimizde geneldeki mimari yapı ortaktır.
Kerpiç Evler: Bu tür evler halen özellikle Reyhanlı ve Kumlu ilçeleri ve köylerinde mevcuttur. Bir asır öncesinden yapılan kerpiç evler o dönemin en sağlıklı evleriydi. Köylüler çamur ve samanı suyla karıştırıp, kalıplara döküp kurumasını beklerler, iyice kuruması için yaklaşık bir aylık bir sürenin geçmesi gerekmektedir, yaz aylarında kerpiç kesildiği için güneşte iyice kurumaya bırakılır ve sık sık altı ve üstü çevrilip harmanlanır. Köylüler evlerini “kerpiç le inşa ediyorlardır. Bu tür evlerin temelinde “taş” kullanılır veya taş bulunamazsa toprağın üstünden kerpiç örülmeye başlanır. Taş Temel örülmeye başlanırsa yerden yüksekliği 50-60 santim olup, temel örüldükten sonra, toprakla doldurulup, İyici sıkıştırılır, çiğnenir ve temelden kerpiç tek veya çift kerpiçle örülmeye başlanır, genelde köylüler yoksul oldukları için tek kerpiçle örülmüştür bu evler. Genelde kerpiç ustaları bu işleri yapardı. Bu evlerin bir ayda yapılıp, bitirilip içine taşınılır. Ev genelde iki veya üç, dikdörtgen biçiminde veya kare biçiminde inşa edilir iki odalı olur, odalara girişteki yere ”selam duvarı” denen bir yer kerpiçle örülüp, tavanla birleşmeyecek bir şekilde bırakılır.
Kerpiç örümü bitirildikten sonra damın üstü genelde kalın ağaçlarla ile kapatılıp, üstüne izolasyon içinde kalın ve kurutulmuş kamışlar iple birbirlerine sıkıca bağlanıp ağaçların üstüne atılır ve örtülür. Kamış döşendikten sonra üstünde “berdi” denilen bir tür su geçirmez özelliği bulunan ince kamışlarla kapatılır. Çamurla iyice sıvanır ve üstüne de çorak denilen toprak ve tuz karışımı toprakla karıştırılıp iyice kuruduktan sonra logla veya ayakla çiğnenerek sıkıştırılır. Kerpiç evlerin bir giriş kapısı bulunur ve içerdeki odalara kapı takılmayıp, bez parçası ile kapatılır. Pencereler yerden bir metre yükseklikte olup, ahşaptır, pencerelere sonradan demir ızgaralıklar konulmaya başlanmıştır. Ancak 100 yıl öncesinde yapılan kerpiç evlerde camın çok pahalı olmasından dolayı pencere yeri olarak konulan yerlere eskiden kullanılan “cam kavanozların dibi ”cam yerine konulup, çamurla sıvanırdı. Evin içine yer ocağı diye tabir edilen ”şömine “ mutfakların olduğu bölüme yapılırdı. Burada bu ocaklarda yemek yapılır, çamaşır suyu, banyo suyu ısıtılır, çamaşır yıkanır, ayrıca da banyoluk olarak önüne yapılan yerde banyo yapılırdı. Kerpiç evler yapılırken de bu şöminelere uygun bacalar yerden tavana kadar örülürdü..Odalarda gaz lambası,fiske ve kibrit ve benzeri şeyler koymak içinde duvarların içine oyuklar yapılır veya duvar oyulur ve ilk parça tahta sıkıştırılıp bu tür şeylerin konulabileceği yerler yapılırdı.İki odadan oluşan kerpiç binanın genelde sağ girişine de küçük bir mutfak ve sulukluk denilen, banyoluk yapılır. Kerpiç evin dam saçakları yanlara yarım metreden fazla sarkıtılıp, yağmur ve güneş gibi etmenlerden korunması sağlanır.
Gırmit Ev: Bu tür evler halen Amik Ovasında yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Reyhanlı, Kumlu Ve Kırıkhan bölgelerinde şehir merkezi, köylerde bu evlerden yüzlercesi bulunmaktadır. Bu tip evlerin yazın serin, kışında sıcak özelliği bulunduğundan tercih nedenidir. Kullanılmayan evler ise kiler, tandır ve kuş damı gibi amaçlarla kullanılmaktadır. Gırmıt evin yapımı, kerpiç evle ortak mimari özellikler taşısa da amaç ve kullanımlarının benzerlikleri görülür. Gırmıt ev ile kerpiç ev arasındaki en belirgin ayrı özellik “Çatı Özelliğidir. ”Gırmıt ev yapılırken, ahşap malzeme ve kamış, berdi, meşe ağaçları ve dalları, çamur kullanılır. Kerpiç evde ahşap sadece damın üzeri örtülürken kullanılırken, gırmıt evde ise tamamı ahşaptandır. Duvarlar öncelikle kalın ve güçlü ağaçlarla örülüp, içine de kerpiçle destek olmak için, içten örülür veya kalın direklerin arasına kamış, berdi, meşe ağaçları, dalları, sap, saman gibi şeyler sıkıştırılıp, iç ve dış yüzeyi de yine çamurla ince bir şekilde sıvanılır. Çatısı yapılırken yine kalın ağaçlar ve ince tahtalardan yararlanılır ve çatıya halk arasında “Gırmit” denilen Kiremitle kapatılır. Evin içine genelde içerden açılan bir delikten girilir ve çıkılır, genelde bu delikten içeri çeşitli eşyalar konulur. Gırmit Evler Yine İki Odalıdır. Mutfak ve suluk gibi yerleri de bulunur. Gırmit evin havuşuna(bahçesinde) bir havuz veya çeşme mutlaka yapılır. Bu tip ev yapılırken, sadece tek sıra kerpiçle örülüp, kamış ve benzeri şeylerle de beslenip güçlendirilebilir. Evin birkaç tane penceresi olur ve genelde cam takılıdır. Demirden ızgaralarla pencereler korunur. Bu tip evler iki katlıda yapılabilmektedir, bu tipte evler genelde köylerde bulunmakta ve üst katta oturmalık olarak kullanılırken, alt katta ahır, samanlık, kümes ve kiler gibi amaçlarla kullanılır. Üst kata ahşap merdivenlerle çıkılır ve inilir. Bu tip evde yine kerpiç evde olduğu gibi alt katlarda mutlaka köy şöminesi yapılır. Gırmıt ev son derece kullanışlı ve sağlıklı olması nedeniyle köylerde halen varlığını sürdürmekte, yaz aylarında serin olduğu gerekçesiyle kullanılmaktadır. Gırmit evlerde kullanılan kiremitler Roma Dönemi uygarlığı tarzında, kırmızı topraktan ve derin çanak şeklindedir.
Kesme Taş Evler: Bu tip evler aşırı yağış alan ilçe ve köylerde yapılmıştır. Son derece sağlam olması ve yazın sıcağı, kışında soğuğu izole etmesi nedeniyle tercih edilmektedir. Bu evlerin yapımında kullanılan taşlar genelde Suriye’nin Halep Şehrinden getirilmektedir. Ustalarda Halep’ten getirilmektedir. Taşlar Halep’ten kesilip, kağnılarla, develerle Reyhanlı bölgesine getirildiği söylenmektedir. Bu taş evlerin uzunluğu30-40 metre arısında değişirken, son derece dar yapılmaktadır. Kapı ve pencerelere Roma uygarlığını simgeleyen figürler yerleştirilir. Bu figürler genelde Roma döneminden kalma mağara, kale, eski kilise ve evlerden sökülüp, taş evlere monta edilir. Genelde bu taş evlerin giriş kapısında mutlaka bu tip figürler, motifler bulunmaktadır. Ayrıca nazar değmesini önlemek içinde ”Atnalı veya Mavi Boncuk ”takılır. Taş Evler”de diğer kerpiç ve gırmık evler gibi köylere yapılmaktadır. Ancak zenginlere mahsus olma özelliğini de taşımaktadır. Bu tip evlerin pencereleri de yine Roma mimarisine uygun tarzda ve işlemelerle süslenmektedir. Kimi iki odalı ve mutfaklı yapılırken, kimileri de dört odalı olarak inşa edilmişlerdir. Taş evlerin üstü ise; kalın ağaçlarla kapatılıp, üstüne de yine kamış ve berdi ile kapatılmış, üzerine de tuzlu toprak atılıp kış mevsiminde akmaması içinde, loğ ile iyice sıkıştırılmıştır.
Hug Evler: Bu tip evler Amik Gölü kurutulmadan önce yaygındı. Göl etrafındaki tüm evler hug ev tabir edilen, iri ve sert kamışlardan yapılırdı. Gölün toplam alanı yaklaşık 380 kilometre karelik bir alanı kapladığı düşünülürse Reyhanlı, Kumlu Antakya merkez köyleri, Kırıkhan köylerindeki evler hugdan yapılmıştır. Geçimini Balıkçılık ve tarımla sağlayan köylülerin Amik Bey Ve Ağalarından Saklanmak için Amik Gölü çevresinde Bük denilen ve insanın boyunun kat kat büyüklüğündeki sazlıkların içerisine saklanarak bu evleri yaptıkları ve buralarda yıllarca yaşadıkları bilinmektedir. Tıpkı Amazon yerlileri gibi balıkçılık ve hayvancılık yaparak yaşayan köylüler, ağalar tarafından sıkıştırıldıklarında Belen bölgesinden, Kırıkhan Amanos Dağlarına sığınmışlar ve yaşamlarını günümüze kadar sürdürebilmişlerdir. Kumlu ilçesi, eski adı Killik”dir. Amik ağalarının zulmü ve baskısından zorunlu olarak kamışlardan ev yapıp, yaz ve kış sürekli Amik Gölü kenarlarında gizli gizli yaşayan köylüler, bu gün ağaların adlarını ve zulümlerini korkarak ve lanetle anarak anlatmaktadırlar! Hug Evler gölün ortasındaki küçük adacıklara yapıldığı gibi, çevresine ve ortalarına da yapılmış ve köylülerin birer mevzileri olmuştur. Yıllar sonrasında büyük sermayenin temsilcisi S. Demirel” in köylü Popilizmi Çerçevesinde Amik Gölü kurutulup, köylülere birer parça tarla verilmek suretiyle kandırıldıklarına tarih tanıklık etmiştir.
Konaklar: Reyhanlı merkez ve köylerinde taş ve ahşap tan yapılma konaklar bulunmaktadır. Reyhanlı Harran Köyündeki büyük Toprak Ağası olan ve Reyhanlı nın Doğu Köyleri olarak bilinen yaklaşık 15 köyün ağası Fatih Müderris ”in taştan yapma konağı günümüze kadar dayanabilmiş ve günümüzde birçok film ve diziler bu konakta yapılmıştır. Ayrıca F. Müderris “in Tukraya Mezrasındaki bir konağı da yine kısmen yıkılmış ve zarar görmüş olmasına rağmen ayakta durmaktadır. Amik Ovasında konaklar genelde toprak ağaları, beyler, paşalar ve varlıklı insanların yaşadıkları yerlerdir. Yoksul köylülerde bu ağa konaklarını taklit edip, köylerde iki katlı ve ahşap, kerpiçten binalar yapmışlardır. Günümüzde Reyhanlı merkez Değirmenkaşı mahallesinde Filozof Cemil Meriç ”in doğduğu ve bir zamanlar 1918-1938 yılları arasında Fransızların Hatay’ı işgal etmesinden sonra Reyhanlı da Fransızlar Adına Mahkeme reisliği yapan Hüseyin Cemil(bahadır) Beyin konağı olan ancak, sonradan satılan ve Günümüzde Karacalar Konağı adı ile anılan bir Taş Konak mevcuttur.
Ağa Çiftlikleri: Amik Ağaları çiftliklerini genelde büyük topraklarının olduğu bölgelere, sınırlara kurmuşlar ve buraları denetleyip, topraklarını koruyup, sınır bölgelerinde kaçakçılık yapmışlardır. Bu gün Reyhanlı ve Kumlu Bölgelerinde ellinin üzerinde Ağa Çiftliği halen bulunmaktadır. Bu çiftliklerde Amik Mimarisine farklılık ve özgünlük katmakla birlikte, feodal sisteminde derin izlerini taşımaktadırlar. Çiftlik evleri genelde günümüzde Toprak Ağaları-Beyler-Paşalar gibi derebeyi kalıntılarının mekân ve mevzileridirler. Türkmen kökenli olan Mursaloğluları-Bahadırlı-Çirkin-Müderris(Arap toprak ağası olan tek ağadır) gibi aşiretlerin çiftlikleri genelde yerel mimariden çok farklı ve Avrupai tarzdadır. Konaklar genelde iki katlı ve ahşap olmakla birlikte, betonarme, kerpiçten de inşa edilmişlerdir. Çiftlik konakları çok büyük bir alana kurulmuş olup, kenarları çam, sulfata, söğüt, palmiye gibi ağaçlarla sıkı sıkıya kapatılmış ve konakları görünmek hale getirmiştir. Bu tür konakların mimari yapısı ve iç dekorasyonu da yine Avrupa mimarisi tarzında olup, mobilyaları da yine oralardan getirilmiştir! Konakların önlerinde kamelyalar ve büyük havuzlar mevcuttur. Yoksulların giremediği tek yer ve mekân olarak Ovada ünlenmişlerdir. Bu tür konaklar ağalar için yapılmış olduğu gibi, çeşitli nedenlerden dolayı Amik Ovasına gelip, toprak sahibi olan ve yerleşen Asker kökenli onlarca Paşaların ”da mekânı olmuştur
Amik Çadır Mimarisi: Amik Ovasına her yıl çapaya ve pamuk toplamaya gelen on binlerce emekçide Çadır Evlerde kalarak yılın 8 ayını bu bölgede geçirmektedirler. Modern mimari islerine aykırı olarak Çadır evler terimini özellikle kullanarak, yüzyılın bir sorununa vurgu yapmak istedim. Ş. Urfa ve çevresinden aileleriyle birlikte kamyonlarla gelip Reyhanlı, Kumlu, Antakya, Kırıkhan bölgelerinde uzun süre yaşayan bu emekçilerin yaşadıkları yerlerde pamuk. Soğan, darı, ekin tarlaları olmuştur. Buralara kurdukları eğreti çadırlarla, her türlü alt yapıdan yoksun yaşayan emekçiler, her yıl olduğu gibi çeşitli hastalıklara yakalanmakta ve çocuklarını okutamadan kötü koşullarda yaşamaktadırlar. Yol, elektrik, su, tuvalet, sağlık, eğitim, kültür ve sosyal yaşamdan uzak yılın 6-ila 8 ayı İlimize bağlı ilçe, köylerde yaşayıp, illerine tekrar dönmektedirler. Kurdukları çadırlar onlara birer ev, mekân olmuştur. Karaçadır ve Kızılay çadırları ile kendi yaptıkları kamış, hasır gibi şeylerden yaptıkları yerlerde gruplar halinde kalan, yaşayan bu emekçilerimizin sorunları kronikleşmiş ve çözümsüzdür. Her yıl ortalama 200-250 Bin emekçinin Amik Ovasına geldiği dikkate alınacak olursa bu sorunun boyutu da ortaya çıkmış olur.
Haymalar: Amik Ovasında günümüzde yaz aylarında pamuk ve ekin, darı, sebze tarlalarında, meyve bahçelerinde Amik Gölü yaşantısından kalma olan Hayma Evler bulunmaktadır. Çiftçilerimiz tarlalarını sularken ve beklerken bu tip kamış ve hasırdan yapılmış Haymalarda günlük olarak kalmaktadırlar. Yılın yaklaşık dört ve altı ayı bu haymalarda kalan çiftçilerimiz buraya yatak, yorgan, piknik tüpü, televizyon, kilim, kap- kacak, gıda maddeleri, hatta buzdolabı getirip kalmaktadırlar. Haymalar genelde tek katlı olarak yere kurulmakla birlikte, iki katlıda yapılabilmektedir. Alt kata tarlasını suladığı malzemelerini(kürek, bel, boru, su motoru, vb şeyleri)koymakla birlikte, kalın ağaçlarla ikinci katıda çıkıp, yılan, akrep gibi tehlikeli hayvanlardan korunmak içinde ikinci katta kalmaktadır. Ailece kalan çiftçilerimiz her türlü günlük ihtiyaçlarını ilçeden veya en yakın köyden karşılayıp haymaya dönmektedirler.
Serin olması nedeniyle tercih edilen ve yapılan haymalar su arıklarının kenarlarında doğal olarak yetişen arıklardaki kalın ve iki, üç metre uzunluğundaki kamışlardan yapılmakatadır.3-5 metre karelik bir yer kazılıp, önceden kesilen kamışlar birbirlerine sağlam iple bağlanıp, çukurların içine dikilir ve etrafı da toprakla pekiştirilip, su dökülür. Tek katlı, Haymaların üstü de aynı kamışla veya hasır, sapla kapatılır ve rüzgârdan etkilenmemesi içinde üzerine toprak atılır. Genelde haymalarda aileler birlikte kaldıkları için sık sık yılan ve akrep sokmalarıyla iç içedirler. Bu nedenle son yıllarda haymaların kenarları iyice kapatılıp, etrafına yılan, akrep, böcek gibi hayvanlar, asalaklardan korunmak için kükürt, zehirli ilaçlar serpilmektedir. Haymaların aydınlatılması da eskiden gaz lambaları veya el fenerleri ile yapılırken günümüzde elektrikle aydınlatma yapılmaktadır. Köylüler bu haymada ailece yaşadıkları için buralara geçici olarak topraktan yapılma “Tandır ”da getirip, günlük ekmeklerin yapıp. Taze olarak yerler. haymanın içinde piknik tüpüyle çay demleyip, yemek yapmakla birlikte, haymanın etrafına yer oyulup yapılan ”Yer Ocağında ”yemekleri de yapılır, günlük olarak banyo ve çamaşır işleri de haymada yapılır. Amik Ovasına has olan bu haymalar Türkiye’nin ve Dünyanın hiçbir yerinde görülmez ve bilinmezler. Haymaların kamıştan yapılıyor olması bu tipik mimariye ayrı bir özellik ve anlam katar.
Erhan Palabıyık – Aralık 2011