Sizi bilmem, ben dilimizdeki günlerin ve ayların adından hoşnut değilim. Üstelik günlerin “pazar”dan başlatılmasına da bir anlam veremedim. “Günler, Haftalar ve Aylar Müdürlüğü”ne atandığımdan beri “ad değiştirme servisi”nde ne yapabilirim diye bir araştırmaya koyuldum. Sahi, ne yapabilirdim? Önce derdimi döküp derman arayabilirdim.
Farsça “bâzâr”a “keyif günü”, “panayır günü” denmemesi için bir neden yoktu. Ancak dünün kasabalarında “bâzâr-gân” (tüccar) kısmının telaşla dükkânını açmaya koştuğunu da unutmamak boynumuza borç. Biz o sözcükleri “çarşu”lardan aldığımız bezir yağlarında incelte incelte “bezirgan”a dönüştürmedik mi? Cahit Külebi’nin, “Evvel zaman içinde yazdığım şiirler/ Bergüzar olsun/ Aç kapıyı bezirgan başı/ Bezirgan başı.” deyişindeki bezirgan’a da kıymamalı. “Sen leblebi diyene kadar pazar savulur.” diyen atalar başka günlerde pazar kurmayı akıl edemezler miydi? Koca Nazım’ın, “Bir Cezaevinde Tecritteki Adamın Mektupları”nı anımsayıp, “Bugün pazar./ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar./ Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak/ bu kadar mavi/ bu kadar geniş olduğuna şaşarak/ kımıldanmadan durdum.” deyişini unutsam dahi bellek hemen servis eder.
Pazar geride kaldı. Yeni bir güne uyandık. Bir ad koymalı. Ama ne? Dil ne zaman sıkışmışsa dünün sonuna “ertesi”ni ekleyiverir, olur “pazartesi”. İnsanın eşref saatinden mahrum, soluk bir gündür pazartesiler. Özkan Mert’in deyişiyle: “Bir kente, bir insana nasıl başlanır,/ takvimlerden düşmekte olan soluk bir pazartesiye.” Keşke buruşuk bir suratla işe gidenlerin haline acınıp adı “hevessiz gün” konsaydı. “Çiğ gün” bile uygun düşerdi. Moral bozmamak adına pazarı hesaba katmayıp “günbaşı” ne güzel ad olurdu. Keyifsiz bir günü işaret ettiğine göre “zemheri delisi” desem yadırgayan olur. Her ad yakışır, yeter ki “Kırmızı Pazartesi” denmesin. Çünkü pazartesileri ben Santiago Nasar’ın ruhuna bürünüyorum, ölüp ölüp diriliyorum.
Pazartesinin yaralarını sardık da “salı” nereden çıktı? Sallanıp durduğumuz içinse “yevmü’s-selâse” (üçüncü gün) dile hançer değil mi? Üçüncü anlamına gelen “selase” hangi dil bükümlerinde “sali”ye dönüştü?
Sonra çarşamba’ya gelir sıra, yarım kalan mektuplarını bitiren Cemal Süreya sevdiği kadına yalvarır: “Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu/ Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri.” Dördüncü gündür çarşamba, ama o hep dokuz ayın bir araya gelen çarşambasıdır. Cehar (çar diyenlere sinirleniyorum) + şenbah’ın pürüzlerini ala ala çarşamba’ya dönüştürdüğüm çarşamba.
Yıllar yıllar sonra perşembelere sevdalandım. Pembeyle bir akrabalığı da yoktu, olsun. Ben onu pembe bohçalara sarıp sakladım. Sonra ben yeşilin küskününe perşembe diyorum. Çocukluğumun perşembesi var mıydı, yok muydu bugün anımsamıyorum. Anthony Flew’in “Yanılmışım Tanrı Varmış”ını çağrıştıran “Yanılmışım Perşembe Varmış” adlı bir şiir yazmalıydım cumaya girerken. Ilham kaçıp giderse Attilâ İlhan’ın “Bunca yıl sönmemiş umudum/ Nisan değilse mayıs/ Perşembe değilse pazar”ını mırıldanırım. Sevdiğim kadına “Tatlı Perşembe!” demediğime hâlâ hayıflanırım. Belki de Steinbeck’in romanını çağrıştırdığından. O bir şiirdi. Lirik. Onun için yazdığım şiirlerde “perşembe-perest” rumuzunu kullandığımı ilk kez burada söylüyorum. Biraz “ateşperest”e gönderme. Ateşe taptığımdan değil, Roma’da bir Vesta rahibesine benzetip gönül verdiğimden, içimdeki perşembe ateşini söndüremediğimden. Perşembem devrilip gitmiş.
Şimdi cumalardan bir cuma… İşim yoksa çıkmam dışarı… Şair Nedim’in “cuma” davetine ise zerre icabet etmem: “İzn alup cum‘a namâzına deyü mâderden/ Bir gün uğrılıyalım çarh‐ı sitem‐perverden/ Dolaşup iskeleye doğru nihân yollardan/ Gidelim serv‐i revânım yürü Sa‘d‐âbâda” Peki ne yaparım? Ya dilimde Attilâ İlhan’ın, “Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor/ eski zamanlardan bir cuma çalıyor/ durup köşe başında deliksiz dinlesem/ sana kullanılmamış bir gök getirsem/ haftalar ellerimde ufalanıyor/ ne yapsam ne tutsam nereye gitsem/ ben sana mecburum sen yoksun” dizeleriyle gezinirim ya da evde oturup kendi yüzümde ibadet ederim. Gözlerime, kulaklarıma, ağzıma sağlık dilerim. Ağzımla, burnumla ve dilimle aram bozulmuştu bir ara, dilimdenmiş meğer şikâyetim. Dil dediğim, deli gönül. O da Karacaoğlan misali abdal olmuş, “Gezer elif elif deyi” O Karacaoğlan’ı ki yas günlerinde de andım. Nasıl mı? Çocuktum. Ressam olacam demiştim anneme, günleri boyayacam, ad koyacam: karacuma, körcumartesi, sağırpazar…
Bugün günlerden ne? Çarçurşanba.
Bariş Erdoğan