Türkiye’de 1970’lerde seyirci kaybetmeye başlayan ve 1980’lerde salonlar hızla kapanırken bir sektör olarak iyice gerileyen sinema, 1980’lerin sonlarına doğru Amerikan şirketlerinin piyasaya girmesiyle yeniden yükselişe geçmişken, aynı süreçte neredeyse tamamen üretimini durdurma noktasına gelen Türk sinemasının özelikle seyirci ilgisi açısından bu yükselişe birkaç filmle bile olsa katılabilmesi, “Arabesk” ve “Amerikalı” gibi bazı istisnalar dışında on yıllık bir gecikmeyle, ancak 1990’ların ikinci yarısından itibaren mümkün olabildi.
Bu süreçten önce olduğu gibi, “istisnai başarılar” döneminde de, Türk sineması hakkında, hem genel olarak hem de tek tek filmler üzerinden, sanatsal açıdan olumlu ya da olumsuz birçok değerlendirme yapıldı, yapılıyor ve yapılacak elbette, ama ben kendi adıma, zaman zaman coşkuyla dile getirilen “sürekli başarı” umudunu ayakta tutmak için gerekli olduğunu düşündüğüm bir zihinsel ve yapısal yenilenme ihtiyacına değinmekle yetinmek istiyorum.
Kuşkusuz, bir ülke sineması, her halükarda göreceli olarak hem “iyi” hem “kötü” filmler, bazıları “başarılı” bazıları “başarısız” yapımlar gerçekleştirir, ama bunlar o ülke sinemasında sürekli bir üretim hareketliliği sağlayacak ölçüde dengeli olmak zorundadır, eğer sanatsal açıdan “iyi”, ticari açıdan “başarılı” filmler ancak “istisna” oluyorsa, o ülke sineması her zaman tehlike çizgisi üzerinde yürüyor demektir.
Bunu aşmanın temel şartının “sektörleşme” olduğu daha önce de çeşitli vesilelerle sık sık belirtilmiş, mesela platolardan stüdyolara kadar her türlü teknik altyapı ihtiyacını karşılayabilmek için devlet destekli özerk bir Ulusal Sinema Kurumu’nun oluşturulması gerektiği zaman zaman vurgulanmıştı. Böyle bir üretim merkezinin kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğu bellidir ve sinema camiasının bunu sadece kendi maddi kaynaklarıyla gerçekleştirilebilmesi de mümkündür. Bunun için, Yeşilçam’ın üretim açısından parlak günleri de hatırlanacak olursa, yapımcı firmaların varlığı ve kazançların sinemaya dönmesi büyük önem taşımaktadır.
Son yirmi yıl içinde, Türk sinemasının seyirci kaybıyla birlikte yapımcıların piyasadan çekilmesi sonucunda yönetmenlerin özellikle kendi filmlerinin yapımcılığını da üstlenmeleri, belki sanatsal açıdan başarılı ve özgün bazı çalışmalar çıkmasını sağladı, ama sinemanın ihtiyaç duyduğu seyirci potansiyelini harekete geçirmekten çok uzak kalınmasına da yol açtı. Bu süreçte beklenmedik ölçüde büyük bir seyirci ilgisi çeken filmlerin hemen hepsinin ortak özelliği, bir ya da birkaç yapımcı firma tarafından gerçekleştirilmiş olmalarıydı.
Son yıllarda birkaç cesur girişim sayesinde sinemanın yeniden kazanç getiren bir iş haline gelebileceği görüldükçe piyasaya girmeye başlayan yapımcıların en önemli etkisi, maddi kaynak getirerek ya da bularak üretimi artırmaları kadar, yatırımın karşılığını almak için gerekli tanıtım ve pazarlama unsurlarını da gözetmeleri oldu.
Tabii bununla birlikte, sinemanın, bir sanat dalı olduğu gibi, bir popüler kültür alanı da olduğu yeniden göz önüne alınmaya başladı. Kuşkusuz, yapımcı-yönetmen ilişkisinin çetrefilliğini gösteren örnekler de yaşandı, ama zaman içinde, sanatsal başarıya duyarlılık gösteren yapımcılar ile ticari başarının önemini bilen yönetmenler arasında, birbirlerinin sınırlarını zorlamadan işbirliğini öne çıkaran bir ilişki biçimi gelişebileceği de görüldü.
Bu süreç içindeki “istisnai başarı”lara baktığımızda, popüler sinemanın yeniden keşfedilmeye muhtaç olmayan bazı özellikleri hemen göze çarpıyor: Senaryo için güncel tartışma alanlarına tekabül edebilecek parlak bir fikirle yola çıkılıyor, özellikle televizyon merkezli olmak üzere popüler kültür alanından ünlü kişilerin dâhil olduğu çekici bir oyuncu kadrosu oluşturuluyor ve çok yönlü bir tanıtım kampanyası yürütülüyor, ama aynı zamanda, karakterlerden diyaloglara kadar seyircinin ilişki kurabileceği bir hikaye ve kolayca algılayabileceği bir anlatım biçimi sergileniyor, görüntü ve ses kalitesi başta olmak üzere teknik açıdan uluslararası standartlara yakın bir çalışma yapılıyor.
Kuşkusuz “kabaca” özetlenen bu özellikler, uluslararası alanda öncelikle Amerikan sinemasının temsil ettiği, zaman zaman Avrupa sinemasında da örnekleri görülen “popüler sinema” anlayışının bazı belirgin ve değişmez unsurlarıdır. Bu noktada önemli olan, bu genel çerçeveye rağmen taklitlerden ve kalıplardan sakınmak, popüler sinema anlayışı içinde kendine özgü olabilmek ve yeni bir tarz geliştirebilmektir ki son yıllarda senaryo ve yönetmenlik açısından bunu başarabilen filmler de karşımıza çıkıyor…
Türk sineması, popüler filmler çevresinde sektörleştikçe, teknik altyapının yanı sıra, uzun vadeli olarak senaryo yazarlarına yatırım yapılırken, yönetmenlerden oyunculara, görüntü yönetmenlerinden set işçilerine kadar her çalışana kendisini yalnızca sinema alanında tecrübe edinmeye ve geliştirmeye adayabileceği maddi imkânları sağlamak mümkün olabilir, üstelik böyle bir sektörel gelişmeyle birlikte, şimdilik her açıdan kendi yağıyla kavrulmanın ötesine geçemeyen sanatsal ve deneysel çalışmalar için üretim ve gösterim imkânları da gelişebilir…
Elbette bu umut, doğal olarak, özellikle yapımcıların iyi niyetli gayretler göstereceği beklentisiyle besleniyor. Ama birkaç yılda bir büyük özveri ve cesaretle yapılmış bir-iki filmin ilgi çekmesine sevinmekle yetinmek istemiyorsak, şimdilik başka çaremiz de yok gibi görünüyor…
Ali Hakan Mayıs 2012