Geçmiş Zamanların Kahvehaneleri
5. Ve derler ki
Güneş açtı mı yüzünü bir kez
Enneplik göğü dar gelir taklacı güvercinlere
Şimdi kasap Nuri’nin bol acılı kağıt kebabına ne buyurulur
Ardından Künefeci Arab’ın sünme peynirli künefesi
Görmezlikten gelir Antakya’nın en içli şairi Mahmut Kuru
Kız Enstitüsü önündeki şamatamızı… saçlar biryantinli
“Bir duydum deli oldum, diline sağlık Sabite Tur” e mi
Şimdi Çiçek Kahvesi’nde tavlaya düşmüştür liseli gençler
Arapça bir küfre karışır şiş-göbek Naim’in sesi
“Çek haytalıya birrr… Buzlu olsun ya emmi Musi…”
Sabahattin Yalkın (*)
Yukarıda sözünü ettiğim gibi soysal işlevleri yanında birçok insan için pinekleme yerdir. Önemli ve gerekli bir işlevi de günü birlik iş ya da eleman arayanların yollarının kesiştikleri yer olmasıdır.
Antakya’nın eski kıraathane ve kahvehaneleri yazımızın konusudur. Yüzyıllardır kahvehane adıyla gelen bu mekanlar cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak Kıraathane adını aldı. Bu değişim ancak biçimde kalmıştır. Bu yerlerin işletmecileri masalara birkaç gazete atmış, bir köşeye yerleştirdikleri bir vitrine birkaç kitap koyarak kıraathane havası vermeye çalışmışlardır.
Kayıtlara dayalı en eski kahvehaneler ile ilgili bilgi Dr. Adem Kara’nın 19. Yüzyılda Bir Osmanlı Şehri ANTAKYA adlı kitabında bulunmaktadır. Ek 5 olarak verilen İhtisab Resmi tablosunda 26 Ekim 1829 tarihinde 19 kahvehane olduğu görülmektedir. Bunlar şöyle:
İki Kulplu Kahve, Tahmis (kavurma, kuruyemiş çarşısı) Kurbunda Kahve, Meydan Hanı Kurbunda (yakınında) Kahve, Nakip Hanı Kurbunda Kahve, Oturakçı Bazarı Kurbunda Kahve, Cami-i Cedid (Yeni Cami) Kurbunda Kahve, Uzun Ahmet Kahvesi, Uzun Çarşıda Kahve, Bez Hanı Kurbunda Kahve, Kuyumcu Bazarında Kahve, İblik Bazarında Kahve (2 Dükkan), Süveyka’da Kahve, Tutdibinde Kahve, Aşağı Çarşıda Kahve, Ali Bekâr Kahvesi, Ata Beğ Kahvesi, Debbağhanede Kahve.
Bu tarihi kahvelerden çağrışım yapan birkaç kahve vardır. Belgede Tutdibinde kahve diye geçen benim tanık olduğum Dutdibi Sahasındaki Kör Yahya’nın kahvesinin aynı olmadığı düşüncesindeyim. Kör Yahya’nın kahvesinin olduğu bina yeni sayılır bir yapıdır. Debbağhane Kahvesi 1973’te kapanan Tabakhane Kahvesi ile aynı mıdır saptanması çok güç. İblik Bazarında Kahve diye geçen kahvehaneler 1970’li yılların başına dek yaşamışlardır. Ancak Uzunçarşı’da Kahve diye belgede adı geçen büyük olasılıkla bugün süren Marmara Kıraathanesidir.
Kahvehanelerde 1960’lı yıllara dek çay yoktu. Türk Kahvesi baş içecekti. Ayran, gazoz, dut şurubu, kahve, limonata, portakal suyu, tarçın, ıhlamur, kudama çiçeği çayı, koruk şerbeti, salep, lokum, dondurma, haytalı ikram edilirdi. Bazı yerler aynı zamanda gazino olduğundan yemek ve içki de verirdi. Gazoz gözde bir içecekti. Antakya’da küçük gazoz imalathaneleri vardı. Settüt ve İlyas gazozları en bilinenleriydi.
Kimi Kahvehanelere saz gelirdi, Sanat Müziği sanatçıları gelirdi. Horoz dövüştüren, kumar oynana, zar atılan, Karagöz oyunu oynatan kahvehaneler vardı.
O zamanların en gözde oyunu tavlaydı. Kasası, pulları ahşaptan, zarları kemikten yapılma tavlalarda oyun oynama zevki farklıydı. Sonradan plastik pullu tavlalar çıktı. Bunların tavla zerindeki çarpma sesi zayıftı. O tılsımı vermiyor ve kahve ortamında tavla şakırtıları çınlamıyordu. Okey ise yakın zamanlarda ortaya çıkan bir oyundur. Satranç, domino gibi oyunlar kahveden kahveye farklı tercih nedenleriydi Kağıt oyunu her kahvede vardı. Kahvehanelerin birçoğu kumar oynatırdı. Ancak zevkine kağıt oynayanlar da vardı. Hatta bazı kahvelerde zar atılarak kumar oynanırdı. Buna Bargut denirdi.
Antakya’da 40 kadar eski kahvehaneyi saptayabildim. Bazılarını ben de görmüştüm. Bunların yaşayan tanıkları var. Bu tanıklarla görüşmeler 10 yıla yayılmaktadır. Çok eski çay bahçelerinin bazılarının fotoğrafı var. Yüz yüze görüştüğüm kişilerin bazıları artık yaşamıyor. Bana bu bulgulamada yardımcı olan Kasım Yücel, Kemal Karaömeroğlu, Şevket Güneş, Sıracettin Katiboğlu, Yusuf Bostancı, İzzettin Arıbaş, Mehmet Ergün’ü saygıyla anıyorum. Yaşamakta olan Sabahattin Yalkın, Nizamettin Batı, Meziyet Barutçu, İhsan Giray, Zübeyir Bensan, Hikmet Mercan, Hayri Davas, Züheyr Sahilli, Mahmut Aklan, Cengiz Tazeaslan, Nuriddin Sevdik’e uzun ömürler diliyorum. 1999da yitirdiğim babam Süleyman Okay’ın yazdıkları bu yazıya da kılavuz oldu. Bu kahvelerden bir bölümü şöyle:
Paşa Bostanı, Çınarlı Kahve (Orukpınarı Kahvesi), Halkevi Çay Bahçesi, Billur Kahvesi, Camlı Kahve, Marmara Kahvehanesi, İnci Kıraathanesi, Tabakhane Kahvesi, Sakarya Kahvesi, Çiçek Bahçesi (Kahvesi), Asmalı Kahve, Meydan Kahvesi, Libyeli Kahve, Ada Kahvesi, Hünkar Köşesi Kahvesi, Abdülhüsnü’nün Kahvesi, Dutdibi Kahvehanesi (Kör Yahya’nın Kahvehanesi), Bahar Kahvehanesi, İplik Pazarı Kahveleri, Kırmızı Oğlan Kahvesi, Horozun Kahvesi, Abdullah’ın Kahvesi (Özdemir Kıraathanesi), Niko’nun Kahvesi, Harbiye Kahvesi, Yeşiltepe,Orta Kahve, Dayının Kahvesi, Park Sineması Çay Bahçesi, Yeni Kahve, Bal-Akar…
Şimdi bu mekanlardan söz edeyim:
Paşa Bostanı:
Bilinen en eski kahvehanedir. Burası Ata kolejinin arka tarafında bulunan bahçede bulunmaktaydı. Yahyaoğlu apartmanının yerinde yazlık Lunapark sinema vardı ve Paşa Bahçesi bu sinemayla birlikteydi. Burada Alfred Mehşi’nin akordeon nağmeleri gecenin sessizliğinde tüm çevreye yayılırmış. Üstad bir terzi olan Hikmet Mercanın anlattığına göre damsız ve kostümsüz girilmeyen bu mekan oldukça nezih bir yermiş. “Kız kardeşimle giderdim” diyen Mercan “Burada dans edilirdi. Çok güzel bir yerdi. Müzik ve dans cumartesi günleri olurdu. Diğer günler çay bahçesi olarak işlerdi. Ben burada votka içerken ilk kez enginar yemiştim. Akordeon çalan Alfred Mehşi benim yanımda terzi kalfası olarak çalışırdı. Onu yetiştirmiştim. Cumartesi günleri orada akordeon çalardı. İlhak’tan sonraydı zannedersem, Lübnan’a gitti. 1937-38 yılları.”
Paşa Bostanı
Çınarlı Kahve (Orukpınarı Kahvesi) ve Halkevi Kahvesi:
Ziraat Parkında (şimdiki Belediye Parkı) Vali konağı arkasıyla, Eski Halkevi arka tarafında Asi nehrine kadar kırlık alanda önce Çınarlı Kahve (halk arasında Orukpınarı), daha sonra Halkevi Kahvehanesi adıyla güzel yazlık bir kahve vardı. Burada bir su dolabı vardı. Asi Nehri daha temiz, çevre çınar ve okaliptüslerle kaplıydı. Burası okumuş kesimin gelip oturduğu bir kahveydi. Burada oturanlar zamanı gelince Halkevi sinemasının mevsime göre yazlık ya da kışlık bölümünde film izlemeye geçerdi. Halkevinin kütüphanesi vardı ve burada bilimsel söyleşiler yapılırdı. Ankara ve İstanbul’dan gelen profesörler Halkevinde konferans verirlerdi. Sabahattin Yalkın buraya devam edenlerden. O kuşağın şair ve yazar gençleri burada toplanırlardı. Burada felsefe öğretmeni Hamza Masaracı ile dayısı öğretmen Hüseyin Zorkun’un sık sık satranç oynadığını söylendi.
Antakya Müze Müdürlüğü yapmış olan Nizamettin Batı önemli bilgiler verdi: “Antakya Halkevinde (Eski Doğumevi) alt katta lokal vardı. Lokali Amcam oğlu Mehmet Cihangir çalıştırırdı. Burada pinpon oynanırdı. Ben çocuktum, 1940 sonları, 1950 başları, Halkevi binasının arka tarafında açık havada boks ringi vardı. Bildiğimiz boks ringi. Yüksekçe bir podyum yapmışlar ringde boks çalışıyorlardı. Durmuş, Ali Atav boksördü ve burada çalışırlardı.
Çınarlı Kahvede Fransızlar döneminde 1930lu yıllarda ortaokul ve lise öğrencilerinin 23 Nisan ve 19 Mayıs bayramlarını kutladıkları ve şiirler söyledikleri bilinir.
Halkevi Kır Kahvesinde gençler bir arada. Yıl 1946. Sırtı dönük olan Avukat Abdurrahman Çakmak. Buranın eski adı Çınarlı Kanve ve Orukpınarı idi.
İplik Pazarı Kahveleri:
Adından anlaşılacağı gibi İplik Pazarı el tezgâhlarında dokuma yapılan bir yerdi. Şıh Ali Camisinin sağından başlayan dokumacıların hemen yukarısında bir ada vardı. Şimdi boşluk olan alanda fırın, kahveler, kalaycı, bakkal vardı. Buradaki kahve sayısı farklı anlatımlardadır. İki ya da üç kahve olduğu anımsanmaktadır. Buradaki kahvehanelerin sokağın karşı tarafında yazlık bölümü de vardı. Amcam bu yazlık bölümde domino oynardı. Kışlık bölümünde horoz dövüştürüldüğünü görmüştüm. Horozun biri neredeyse parça parça olmuştu. Bu kahvenin önüne getirilen devenin kurban bayramı öncesinde etine sipariş alıyor ve deftere kaydediyorlardı.
Billur Kahvesi:
Aslında burası bir sinema salonudur. Müslüm Kabadayı’dan adını öğrendiğim Billur Kahvesini çok az anımsayan var. Yalnızca Şevket Güneş bilgi sahibiydi. Onun anlatımına göre bir kahve değil, bir sinema-tiyatro işlevinde bir yerdi. Güneş’in anlattıkları özetle şöyle:
“10 yaşlarımdaydım, belki daha fazla. Hatırlarım. Yeşilköşe var ya vilayete giderken. Orada bir sinema vardı. Kahve gibiydi. Madam Bulanç vardı. Dışarıdan gelirdi. Sinemada oynatırlardı kehvede. İşte Madam Bulanç orda gelir şerki söylerdi. Piyes çevirirlerdi. İşte tiyatro, hem tiyatro, çevirirler, hem şerki söylerler. Madam Bulanç’ın sesi güzeldi. Tiyatroydu o zaman oralık. Arkaya geçmeden dar bir yol var, orda bir fırın vardı. Orda bir Ermeni çalıştırırdı. İsmini de bilirdim ya.”
Yusuf Bostancı’nın bana verdiği ipucu bu mekanın niteliğini netleştirmektedir:
“Turizm Otelinin altı Asi’ye kadar bahçeydi. İlk sinema budur. Daha sonra bu sinema karşıya nakletti. Yazlık sinema buradaydı. Gelin girin denirdi. Burasının adı Paşabostanı. Bu sinema uzun süre çalıştı. Bu sinemayı Azra isminde bir Yahudi çalıştırırdı. Suphi Bedir adlı eski bir milletvekili ile. 1925.”
Daha sonraki yıllarda gazino kapanınca yerinde daha küçük bir dükkanda tkahvehane oluştu.
Havuzlu Kahve (Marmara Kıraathanesi):
Uzunçarşının en yukarı tarafında, Kurtuluş Caddesine yakın olan bu kahvehanenin tam karşısında Mahremiye Camisi vardır. Antakya’nın en eski kahvelerinden biridir. Aslında burası bir evdir. Avlulu tahtı olan bir Antakya evi. Avluda bir havuz vardır. Müdavimleri yazın avluyu tercih ederler. Dana çok esnaf ve ustalar burada zaman geçirirler. Uzunçarşı’nın ortasında olmamasına karşın Uzunçarşı Orta Kahve denir. Ayrıca Havuzlu Kahve de denir. Bu kahvehanenin özgün yapıya ve daha iyi bir niteliğe ulaştırılması düşüncesindeyim. Uzun geçmişi nedeniyle daha iyi işletilmeyi hak eden bu kahvehanenin canlandırılması ve özgün biçimine uygun restore edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Geçmiş yıllarda Papalozun çalıştırdığı kahveyi Mehmet Hüskeser çalıştırmaktadır.
Çiçek Kahvesi:
Anıları hiç unutulmayacağı anlaşılan bu kahve bir efsane olarak dilden dile geçmektedir. Yeri, müşteri profili, sunduğu hizmet ve çağdaş ortamı nedeniyle en unutulmaz kahvelerden biridir. Fransızlar döneminde Yakup Tatros işletti. Daha sonraları Celal Sahilli’nin çalıştırdığı kahveyi güzelleştiren konumudur. Kışlayı biraz geçince şimdiki Çiçek apartmanının yerindeydi. Üç katlı bina Asi kenarındaydı. Taraçalı bir bahçede masalar açık havaya yayılmıştı. Temiz ve gür suları olan Asi nehrinden esen rüzgar müşterileri serinletirdi. Bugün tılsımlı gezinti yeri olarak unutulmayan Lafut hemen önünden başlardı. Lafut gezisini yapanlar gelip Çiçek Kahvesinde otururlardı. İçkili ve yemekliydi. Haytalı önemli ikramlardan biriydi.
Camlı Kahve:
Camlı Kahve’de
elini uzatsan sulara değer
gele’ler bölüşülür akşamları (**)
Camlı Kahve ve Yıldız Kahvesi… Köprüye yakın olan Camlı Kahvedir.
Köprübaşında bulunan bu kahve Asi Nehri’ne doğru çıkıntı yapan bir bölüme sahipti. Çarşılara en yakın ve en işlek kahvehanelerden biriydi. Her tarafı camekan idi. Babamın beni zaman zaman götürdüğü bu mekan 1966-67 yıllarında yıkıldı. Kahvehaneyi Papaloz işletirdi. Bu yüzden burada Papalozun Kahvesi denirdi. Mehmet Ergün’in anekdotuna göre Sinekli Kahve denirmiş. Balkon gibi Asi’ye uzanan bölümde bir kütüphane olduğu ve burada oyun oynanmadığı Hikmet Mercan’ın anıları arasındadır. Asi’nin sularının kışın yağışlı zamanlarda Camlı Kahvenin balkon bölümünü yaladığı ve birgün balkonun çöktüğü söylenir. 1966-67 yıllarında Asi’nin taranması projesi ve yol açılması sırasında yıkıldı.
Yıldız Kahvesi:
Camlı kahvenin hemen az ilerisinde ve yine Asi kenarında olan bu kahvehanede aynı yıllarda yıkılmıştır. Burayı Yusuf Koyuncu çalıştırırdı. Camlı Kahve ile arasında dar bir geçiş ile Saray caddesine çıkılırdı. Ayrıca bu aralıkta Asi’ye inen basamaklar vardı. Yazın Asi kenarına masa atılırdı. Buraya okumuş kesimden gelenler çoğunluktaydı.
Kör Yahya’nın Kahvesi (Dutdibi Kahvesi):
Dutdibi Sahasında iki katlı bir evin altında olan bu kahveyi eski bir güreşçi olan Kör Yahya çalıştırırdı. Ben bu kahvenin tanığı oldum. Hemen yan taraftaki çıkmazda Havva kadının evinde kiracı olarak oturduğumuz yıllarda bu kahvehane vardı. Sonraki yıllarda kapanan bu kahvehanede şekerkamışı bıçaklama tutuşmaları yapılırdı. O dönemler Adana’da ve Hatay’da şekerkamışı yetiştirilirdi. Bu şeker kamışlarını saçaklı kökü üzerinde dengelerler ve anide bırakarak bıçak darbeleriyle doğrarlardı. Yere düşünceye dek yapılan vuruşlarla oluşan parçalar ve çentik sayılır galip ortaya çıkardı. Bunun sonucunda kazanan bir ayran ya da bir dondurma hak ederdi. Biz çocuklarda bu kamışların parçalarını toplar, soyarak lezzetli ve şekerli özsuyunu emerdik.
Dutdibinde Kör Yahya’nın Kahvesi
Kuru Abdo’nun arkası yarın’lı ballı metelleri(**)
Bu kahvenin en önemli özelliği büyüklerimizin aktarımlarına göre burada Kuru Abdo’nun ramazan ayında masal ve hikaye anlatılmasıdır. Okuduğu hikayeleri ve dinlediği masalları harmanlayarak ve kendince biçimlendirerek kahve halkına anlatırdı. Ramazan boyunca anlatımı sürdürür, ertesi gün herkesi yeniden oraya çekmek için en heyecanlı yerinde keserek “gerisi yarın” derdi. Terzi Vasfi Eroğlu yakından tanıdığı Kuru Abdo için şu notu verdi: “Bir dükkanda oturuyorduk. Oradaki bir kitabı gördü. Dükkan sahibine hikayeyi okumasını rica etti. Dükkan sahibi okudu, Kuru Abdo dinledi. Ertesi gün kahvede anlattı. Hikayeye öyle bir şekil vermişti ki şaştım kaldım.”
1829 tarihli İhtisab belgesinde adı geçen Tutdibi Kahvesinin aynı olup olmadığı hakkında yeterli bilgi yoktur.
İnci Kıraathanesi:
Affan’da
İnci Kahvesinde orta şekerli
ve komşu masada dürbünlü gözleriyle
akrep gibi sessiz
tabancası caketinin altında miri (***)
Burası 1930lardan kalmadır. Uzunca yıllardır bu işin piri olan Sahilli ailesi tarafından üç nesildir çalıştırılmaktadır. Önceleri Cumhuriyet adıyla anılan kahvehane yasa gereği ad değiştirerek İnci adını almıştır. Özgün mimarisi olan bu taş yapının hem Kurtuluş Caddesine hem de Affan’a giden yola cephesi vardır. Arka tarafta açık bahçesinde ‘haytalı’ ikram edilmektedir. Hatay’a özgü olan haytalıyı diğer illerdekilerle karıştırmamak gerekir.
Halen kahveyi işleten Züheyr Sahilli şu bilgileri verdi:
“Bu mahalle eskiden Affan Mahallesi olarak anılmaktaydı. Bu işyerinin ilk ismi Cumhuriyet Kahvesi idi. Mülk sahipleri dedelerimiz. Babam Cumhuriyet adıyla çalıştırdı. Celal Sahilli. Kanun İşyerleri için Cumhuriyet ismini kabul etmiyor. İnci kıraathanesi oldu. Kahve adı kaldırıldı. Kahveler modernleştirildi. Kıraathane oldu. Mıntıkanın eski adı Affan olduğu için Affan’daki kahve diyeceklerine Affan Kahvesi diyorlar. Affan Kahvesi adıyla kaldı. Biz burada ‘Haytalı’ da yapıyoruz. Haytalı adı ilk babam tarafından kullanıldı.
Babam 1945lerde kışla sonrası Maksim’in bulunduğu yerde orası Cumhuriyet Bahçesiydi orayı da çalıştırdı. Orayı da Çiçek bahçesi olarak değiştirdik.
‘Haytalı’ Suriye kökenli bir isim. Babam 1945den itibaren hem yazlık bahçemizde, hem kışlık bahçemizde yapıp satardı. İlk biziz. Babamın 1962 deki trafik kazasında ölmesinden sonra ben ve kardeşlerim burayı şimdiye kadar taşıdık. Bu kahvede her şey 70 yıllı, değişen tek şey duvara astıklarımız. Masalar, sandalyeler hepsi ilk malzemeleri bu kahvenin.”
2003 yılında İnci Kıraathanesinde görüşme olanağı bulduğum kahvehane şefi 1931 doğumlu İzzettin Arıbaş’ın verdiği önemli bilgileri özetleyerek veriyorum:
“Bu kahvehane neredeyse 100 yıllıktır. Babamın zamanında Celal Sahilli çalıştırırdı. 1962 yılında 50 yaşında trafik kazasında öldü. Babamdan önce bir aile çalıştırırdı. Babam zamanında Cumhuriyet Kahvehanesi idi. 18-19 yaşlarımdaydım garsondum.
Bu binanın taşları Lübnan’dan gelme.”
İnci Kıraathanesi
Asmalı Kahve:
Antakya’nın eski kahvehanelerindendir. Cumhuriyet Caddesinin ortasında Cengiz caddesiyle kesişme noktasında bulunan bu kahvehane 1990lı yıllarda yıkılmıştır. Asmalı açık bir bölümü olan yerin 150 yıllık olduğu gibi söylenceler vardır. Ancak bu doğru değildir. Antakya’da 1940lı yıllara dek Cumhuriyet Mahallesi meskun olmayan bir yerdi.
Hünkar Köşesi Kahvesi:
Bu kahve Kurtuluş Caddesinde Şeyh Muhammed Camisinin bitişiğindedir. Burada güvercin alınıp satılır, takas edilir. Kayıp güvercinler buraya getirilir. Mazisi 70-80 yıl öncesine dek gitmektedir. Burası güvercinci kahvedir. 40lı yıllarda Süleyman Çelik, 60lı yıllarda Selim Tartar (şişman Selim) tarafından işletilmiştir.
Burada Fransız döneminde bir çatışma olmuştur. 1938’de bu kahvede Kel İzzettin (Güçlü), İzzet Çavuş ve birkaç adamı silahlı olarak otururken Fransız milis gücünden Miran onbaşı ve diğerleri kahveyi sarmışlar. Kapıya çıkarak çatışan Kel İzzettin ve arkadaşlarını ateşiyle Miran onbaşı ve bir milis asker ölmüştür. Kel İzzettin ve diğerleri uzaklaşmışlardır. (Bakınız Arif Okay, Hünkar Köşesi Çatışması, Güney Rüzgarı, Sayı 36, Ağustos 2000 ve Nuri Aydın Konuralp, Hatay’ın Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi).
Gençlik (Bahar) Kıraathanesi:
İnci Kıraathanesinin karşısında bulunan bu mekanın yerinde artık bir marangozhane vardır. Bir süre Bahar Kıraathanesi adıyla işletilmiştir. Sabahattin Yalkın’ın anlatımına göre burada sporcu gençlerin buluşuyordu. Özellikle bisiklet sporuna eğilimli gençler toplaşmaktaydı. Kahveyi kendisi de bir sporcu olan Faysal Kefa işletmekteydi.
Abdülhüsnü’nün Kahvesi (Deniz Kıraathanesi):
Şimdiki Anadolu Restoranın yerinde eskiden Abdülhüsnü’nün kahvesi vardı. Abdülhüsnü zamanında bahçe içinde bir yerdi ve içki de verilirdi. Burası daha sonraki yıllarda Deniz Kulübü olarak işletilen iki katlı mekanın altı aynı adla Deniz Kahvesi olarak işletildi. Kör İnayet işleticisiydi.
Libyeli Kahve:
Yalçın Ustamız Libyeli Kahve’de
Kaçak tütün sararken ince parmakları (***)
Libyeli Kahve Ada Kahvesinin karşı kıyısındaydı. Karabay’ların libye ve bakla bahçelerinin olduğu yerdeydi. Burası da açık hava kahvesiydi. Burada Asi’de yüzebilmek için kabineler vardı. 1935lerde Suphi çalıştırırdı.
Nizamettin Batı’nın anlattığına göre; Libyeli kahvenin yeri okaliptüs ormanıydı. Lisenin bahçesinde de okaliptüs ormanı vardı. 1950 karı sırasında hepsi dondu ve kesildi.
Ada kahvesi:
Bu kahve şimdiki Vakıflar Bankasının yerindeydi. Burada yaşlılar bulunurdu. Hemen yanı başında soyunma kabineleri vardı. Asi’de yüzecekler burada soyunup giyinirlerdi. Burası açık hava kahvesiydi. Hameki ve ortağı çalıştırırdı. Mithat Esmer’in anlattıklarından ilginç bir bölümü dinleyelim: “Ada Kahvesinde içki verilirdi. İçki denince baş içki rakıydı. Garson tezgaha şöyle seslenirdi: ‘Ellilik bir soma!’ Rakılar anasonlu olur. Ancak anasonsuz olasını ifade etmek için ‘soma bir rakı getir’ diyor.
Süveyka Kahvesi (Deli Kadir’in Kahvesi):
Adını belirleyemediğim bir Kahvehane de Sarımiye Camisinin karşı tarafında vardı. Bunu ben görmüştüm. Arkadaşım Abdülgafur Türkmaya’nın babası çalıştırırdı. Büyükçe bir kahveydi, 1980lerde kapandı. Bu kahveyle ilgili olarak Nizamettin Batı “orayı Deli Kadir çalıştırırdı” dedi.
Abdullah’ın Kahvesi:
İşletenin adından dolayı Abdullah’ın Kahvesi denen bu mekanın son yıllarda adı Özdemir Kıraathanesi idi. Cabbara Kahvesi de denen bu kahve taş bir yapıdadır. Affan Camisinin solundan girilince sağda Ziyarete yakın bir yerdedir. Üç cepheli olan kahvenin önünde çok verimli bir asma vardır. Göz alabildiğine üzüm salkımları olan asmanın dalları ve yaprakları gölgesiyle dışarıda masada olanları güneşten korurdu. Süleyman Okay gençliğinde bu kahvede oturur şiirlerini yazardı. Nargile içilen bu kahvehane birkaç yıl önce kapanmıştır.
Kahvehaneyi farklı zamanlarda Adullah, Hamit Çıkık, İsmail Kıyılı, Reşit Zidan çalıştırdı. En son işletmecisi Gazi Özdemir zamanında kapandı.
Sakarya Kahvesi:
Çok merkezi yerde olan bu kahvenin Saray Caddesi ve Silahlı Kuvvetler Caddesine cephesi ve kapıları vardı. 1980’li yıllarda yıkılarak yerine bir işhanı yapıldı. Bu kahveyi çok iyi anımsarım. Çok yaşlı insanların oturup kağıt oynadığı oldukça eski görünümlü bir kahveydi. Çok büyük olan bu mekan çok kalabalık olduğundan sigara dumanı bir sis perdesi gibi hep havada asılı kalırdı. Belli bir dönem İlyas Tokatlı, daha sonra Necmettin Emir tarafından çalıştırıldı.
Yeşiltepe Aile Bahçesi:
Burası Belediye Parkının en konumlu yeridir. Yoldan 1,5 metre kadar yüksekte oturma yerleri olan bu bahçeden aşağıdan gelen geçeni çok iyi görme olanağı vardır. Burada yakın zamana kadar uzun bir sıra oturma yerlerinden oluşmaktaydı. Arka tarafında bir sahne ve bir pistten oluşan tentelerle ayrılmış yazlık bir düğün salonu vardı. Burada yazları şenlikli düğünler olurdu. Bu düğün salonu artık dağıtılmış ve her Antakyalının bir anısı olan düğün salonu tarihe karışmıştır. Sahnesinde çok değerli çeşitli radyo sanatçıları konserler vermiştir. Yeşiltepe Çay Bahçesi halen çalışmaktadır.
Yeşiltepe Aile Bahçesinden bir anı. Yıl 1959. Süleyman ve İzdihar Okay çocukları Arif ve Adil (sağda) ile.
Orta Kahve:
Burası halen devam eden bir kahvehanedir. Şu anda parkın içinde en eski kahvedir. Yaklaşık 60 yıla vardığı söylenir. Önceleri tamamen açık bir kahveydi. Şimdi ise kışlık bir bölüm de yapılmış, aile için ayrı bir bölüm oluşturulmuştur. Burası bir dönem siyasi bir profile sahipti. Sol kesimin gelip gittiği bir yerdi. Aydın insanların bir araya gelip düşünsel söyleşiler yaptığı bir dönem burası parkın en iyi mekanıydı.
Parkın açık hava kahvesi Orta Kahve… Kemal Sülker Okur ve arkadaşları nargile fokurdatırken. Soldan 3. DİSK ve TİP’in kurucusu Antakyalı yazar ve sendikacı Kemal Sülker’dir. Foto: Tanzer Yılmaz (Okur) albümünden.
Park Sineması Kahvesi:
Burası yazlık bir yerdi. Yazlık Park Sinemasının girişinde, salkım salkım üzümleri olan bir asmanın gölgesinde güzel bir mekandı. Sonraki işletmecisi Döş ailesiydi. Babam bizleri bu sinemaya getirdiğinde önce bu bahçede otururduk. O kahvesini içerken biz de dondurma yerdik. Hey gidi günler!
Park Sineması kapanınca Çay Bahçesi de fazla yaşamadı. Yerine Evlendirme Dairesi yapıldı.
Diğerleri:
Bugün Antakya’da çok daha fazla kahvehane vardır. Bir de CAFE’ler peydah olmuştur. Kent çok büyüdüğünden kahveler, cafeler, internet cafeler saptanamayacak denli çoğalmıştır. Benim yazımda anlatmak istediğim eski Antakya içindeki kahvelerdir.
Anıları, eskiliği ve yaşam süreleri ölçü alınarak sıraladıklarım dışında değinmek istediğim birkaç kahveden daha söz etmek istiyorum:
Nalbant Çarşısında bir kahvehane. Salih Mahzen işletirdi.
Meydan Camisinin Zahire Çarşısına açılan arka kapısından çıkınca sol yanda bir kahvehane.
Uzunçarşının Kurtuluş Caddesine çıktığı köşede, 23 Temmuz İlkokulu köşesinde esnaf kahvesi. Kör Arif tarafından çalıştırılırdı. Yakın zamanda kapandı.
Cindi hamamını geçince sağda Dayının kahvesi. Burada Karagöz oynatılırdı. Burada Mustafa Kimyon kahvecilik yapardı.
Şirince’de Hastaneye dönecek yolda köşede Niko’nun Kahvesi. Daha sonraları Ahmet Hallaç ve Süleyman çalıştırdı. Hallaç’ın Kahvesi adıyla da anıldı.
Yeşilyurt Kahvesi: Kışlaya yakın köşede Ali Zelluh’un (Dede) çalıştırdığı kahve Akakir Deresinin önünden geçtiği bu kahve açık bir kahveydi. Karşısında ikinci bir kahve. Harbiye minibüslerinin durduğu yerde ufak bir kahve vardı. Nesip Kavas ve arkadaşı iğnecilik yaparken oturdukları bir yerleri vardı. Burada küçük bir kahve yaptılar.
Dörtayak’ta Hünkar Köşesinden sonra bir kahve. Şimdi Muti Kıraathanesi.
Reyhanlı Garajı yakınında Horozun kahvesi. Bunu Salih Mahzen işletirdi
Kırmızı Oğlan Kahvesi: Bu kahveyle ilgili bilgiyi Nizamettin Batı verdi. Şeyhoğlu Sabunhanesine gitmeden sağda Yusuf’un çalıştırdığı kahve.
Yine adı belirlenemeyen, çok az bilinen bir kahvehane Yıldız Caddesinin Kurtuluş’tan girişinde bulunan boşluk alanda bulunmaktaymış.
Daha sonraki yıllarda açılan Bal-Akar Kahvehanesi ve kapanan Güneş Sinemasının yerine yapılan Güneş Kahvesi’nden söz edilebilir. Güneş kıraathanesi çok uzun sürmedi orası da yıkılarak pasaja dönüştü. Bu kahvehanelerde ben de zaman zaman bulundum. Cumhuriyet Caddesinde bulunan Bal-Akar Kıraathanesinde lisede sınıf arkadaşım olan ve genç yaşta ölen Suphi Akar dururdu.
Parkın içinde aslında bir gazino olan Aile Bahçesi’nden söz etmek gerekir. Burası bir kahvehane değildi. Müzikli geceler, düğünler yapılan kalbürüstü bir yerdi. Ben burada birçok düğüne gitmiştim. 1960ların sonuna dek yaşayan bu yerde gündüz kadınlar matineleri, Pazar günleri de dansözlü asker günleri olurdu.
Bunlardan başka Gündüz sinemasının öndeki eski verandasının bir oturma yeri olarak kullanıldığı dönem olmuştur. Burada masalar verdı, fuaye havasında bir yerdi. Sonraki yılarda oldukça uzun olan bu verandayı yol nedeniyle geriye çektiler.
Böylece önemli kahvehanelere değinmiş olduk. Bunlardan Marmara, İnci, Hünkar Köşesi, Yeşiltepe, Ortakahve halen sürmektedir.
Çınarların Dilinden
Antakya’nın Eski Zaman Kahvehaneleri
Kasım Yücel
Libyeli kahvenin önünden atlardık Asi nehrine, barakalar kabineler vardı. Orada yüzerdik. Hatta derdik kim daha dik Asi’yi kesecek. Su coşkun, karşıya geçerken kayardık. Karşı tarafta Ada kahvesi vardı. Yaşlılar giderdi oraya. Libyeli kahveye de gençler giderdi. Ada Kahvesine bizi çıkartmazlardı. Yaşlılar burada tembek içerlerdi. Giderdik tekrar gerisin geriye dönerdik. Vakıflar bankasının olduğu yer Ada Kahvesiydi. Karşı taraf Libyeli kahve idi O da neresi bizim dükkândan aşağı iniyorsun ya köprüye doğru sol kolunun olduğu yerler. Libyeli kahve. Orada Libye yetiştirirlerdi, Libye bahçeleri vardı. Biz de oraya gider otururduk, orda gölgelik yapan asmalar vardı. Yerlerin otu bile yolunmamıştı. Koruk suyundan şerbet yaparlardı. O şerbetin bir ismi Asma. Garson “Asma biir, asma iki!” diye seslenir. Adam merdivene çıkar ordan 2-3 salkım koruk koparırdı. Küçük havanlar vardı, madeni havan değil sarımsak havanı, tahtadan. Onda döğerdi kendisini, boşaltırdı bardağa, bir parça şeker “buyrun efendim”. O kadar nefis olurdu. Koruktan limonata yapılır. Ona koruk suyu getir denmez. Asma bir dersin. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Şak şak şak döğer kendisini. Hem de süzgeç müzgeç yok öyle. Çekirdekleri falanla döker bardağa o şekilde içerdik.
Macit diye dışardan gelen bir arkadaşımız vardı. Ben, Süleyman Macit Libyeli kahvede oturuyoruz. Garson soruyor isteğimizi bildiriyoruz lokum ve koruk şerbeti. Yanında iki şeker. Garson sesleniyor; “Asma biir, kesme ikii!” tirenden gelen arkadaşımız asmanın kesmenin ne olduğunu merakla bekliyordu ki Süleyman anlattı, Macit rahatladı.
Libyeli kahveye cambazlar da gelmeye başladı. Orası açık alandı. Direkleri ve telleri kurdular. Ellerine birer sırık alıp ipte yürüdüler.
Çiçek kahvesi gençliğimizin kahvesiydi. O daha ziyade genç olmadan gittiğimiz yerdi. Hani 68 kuşağı derler ya, biz de Çiçek kuşağıydık. Süleyman (Okay), ben, Abdurrahman Çakmak, Mahmut Kuru, Kemal Karaömeroğlu, Suavi Barutçu hep oraya giderdik. Orası ayrı bir ekoldu. Şimdi orada Çiçek Apartmanı var. Ancak nehir caddenin kenarından geçerdi. Yatağı sonradan değiştirildi. Orada bütün bizim gençlik toplanırdı. Bizim gençlik derken Arif, aşağı yukarı 40 kişiydik. Böyle şehre yön veren bir topluluktuk. 1940-50 yılları arası.
Cazip bir yerdi orası, şiirler okurduk, tartışmalar yapardık, romanların kritiğini yapardık. Bu da yetmiyormuş gibi dondurmasına bulmaca çözerdik. Kim daha önce çözecek, kim yanlışsız çözecek, o ona dondurma ısmarlardı. Kağıt oynanan bir yer değildi.
Çiçek Kahvesinin ilerisindeki cadde ve genişliğe Lafut derlerdi oraya. Bu Lafut enteresan, sırf Antakya’ya mahsus özgü bir gezinti yeri. En az üç dört yüz genç kız ve erkek yanyana, omuz omuza, kolkola bir aşağı bir yukarı yürürlerdi.
Kışlanın yanında şimdi binalar yapılmış ya sol tarafında, bir yol böyle hastaneye çıkıyor. Orda şöyle bir meydanlık gibi bir yer var. Onun sol tarafında orada bir yazlık kahve vardı. Kısa bir süre yaşadı, bu yazlık kahve. Yani en fazla 3-4 yıl. Yazın açılır, kışın kapanırdı. Genelde Süleyman’la oraya giderdik. Geceleri giderdik, orada ezberimizdeki şiirleri okurduk birbirimize. Bir ara polis bastı kahveyi. 3-4 polis. Biz korktuk. Ama baştan başladılar. Hem bende, hem Süleyman da birer bıçak vardı. Bayağı bıçak. “Süleyman ne yapacağız” dedim. Korktuk, kendi de korktu. O kıvrak zekasıyla bir şey buldu hayret edersin. “Kasım bana bıçağı ver” dedi. Verdim, kendininkini de çıkardı. Bıçakları açtı. Masanın altına tak, tak sapladı. Bre nerden aklına geldi. Vallahi polisler sesi işittiler mi nedir, ama bulamadılar. Mahvolacaktık bulsalar. Yere atsan olmaz, adamlar ta baştan başladılar, kimseyi kıpırdatmıyorlardı.
Antakya’da Yıldız Kahvesi ve Camlı Kahve çok önemliydi. Yıldız Kahvesi daha ziyade memurların, ekabirlerin uğrak yeri idi. Kültürlü insanların da geldiği bu kahvede iç bölümde çuha masalarda kağıt oynanırdı. Oraya her adam giremezdi. Yıldız Kahvesinin işleticisi Yusuf Hoca Ali Koyuncu idi. Sahibi Mevlevi tarikatı Şeyh Şaho idi. Bu mülk Mevlevi Tarikatınındı. Şeyh Şaho’nun zürriyeti olmadığı için ölünce devletin oldu. Asi kenarında 100 m uzunluğundaki bölümde evler dükkanlar Mevlevihane’ye aitti. Yıldız Kahvesinde bir bilardo masası vardı. Kenarında sayıları yazan bir düğme vardı. Her dokunmaya bir rakam yazardı. İçerde kağıt oynayanların iskambillerinin yaldızı silinince yeni bir deste açılırdı.
Birgün Yıldız Kahvesi Asi Nehrine uçtu. Asi nehri üstündeki bölümü nehre uçtu. İkindi zamanı kahvenin önü süzgeçli teneke ile sulanırdı. Toprak kokusu yayılırdı buharlaşınca. Kaldırımın kenarında tavla masaları kurulurdu. Küçük hasır sandalyelerde oturulurdu. İki kişi oynar 3-4 kişi seyrederdi. Dışardan müdahale etmezlerdi. Yıldız Kahvesi bu kadar.
Camlı Kahve şehrin göbeğindeydi. Belirli zümrenin kahvesi. Müdavimleri birbirini tanırdı. Oyun falan yoktu. Ehli kamiller giderdi. Antakya’nın tanınmış ailelerinden Papalozlar tarafından çalıştırılırdı. Ketum bir yerdi. Asi’ye bir kulaç mesabesinde idi. Sessiz ve sigara içilmeyen bir yerdi. O zamanlar çay yoktu. Yalnız ıhlamur, kahve ve babuneç vardı. Yani sözün kısası Camlıkahve bir meskenet yuvası idi. Kahvede radyo ve gazete yoktu. Çarşı haberleri rivayet edilirdi. Camlıkahve açık ve büyük bir bölümde saklı gizleyeni yoktu. Dışarıdan bakılınca herkes görülürdü.
Bir de Sakarya kahvesi ve barı vardı. Bilardo ve satranç vardı. Sakarya Kahvesini çalıştıran Hıristiyan İlyas Tokatlı idi. Sakarya Kahvesi daha sonra bar oldu.
Kurtuluş Caddesinin Affan bölümünün başlangıcında bir Gençlik Kahvesi vardı. Karşı karşıya iki kahve gibi. İnci Kıraathanesi kamiller için. Bunu Celal Sahilli diye bir vatandaş çalıştırırdı. Gençliği kim çalıştırırdı bilmiyorum. Buraya epeyce gittik.
Süveyka’da bir kahve vardı. Hacivat Karagöz seyrettim. Ramazan’da oynatırlardı. Uzunçarşı’da bir dükkanda Hayali Küçük Ali diye gösterileri para karşılığında bir esnaf oynatırdı.
Süleyman Okay
O dönemde Kışla Caddesine “Lafut” denirdi. İşlekti o cadde. Caddenin sağ tarafında nehir kıyısında yazlık bir gazino vardı. Çiçek Kahvesi. Yaz geceleri bu caddede dolaşmak modaydı. Delikanlılar, genç kızlar, yol boyu bir tur atar, sonra soluğu bu gazinoda alırdı. Biz bu caddeyi uzaklara dek izler, çınarların altındaki çeşmede soluğu alırdık. Çeşmenin solunda caddenin kenarındaki bir tümseğe oturur, söyleşilerimize dalardık.
O dönemlerde Asi Nehri daha taranmamıştı. Yatağı geniş, tabanı engebeliydi. Yaz aylarında yer yer yolu kesilerek suları tarlalara aktarılıyordu. Sayısız zikzaklar çizerdi. Akışı oldukça coşkuluydu. Kimi kış mevsiminde, nehir taşar, kıyıdaki dükkanları sular basardı.
Yıldız Kahvesi bu nehrin kenarındaydı. Kentin en işlek yerindeydi. Bu nedenle yoğundu trafiği.
Tatil günlerinde, aylaklık dönemlerimde, üç beş arkadaşla bu kahvede buluşur, tavla oynardık. Satranca bulaşmıştık. Çekici gelirdi bize.
Oyun bitimi bir köşeye çekilir, sohbet ederdik. Sosyalizme, ülke sorunlarına, sanat-edebiyata ilişkin olurdu konularımız. Ülke sorunlarını dağarcığımızdaki bilgilerle değerlendirir, sımsıcak inançlarımızı bir bilinç gergefinde işlemeye çalışırdık. Sol yayınların sınırlı oluşu, teksirle çoğaltılan öğretilere yöneltirdi bizi.
Kıyasıya tartışırdık. Bu tartışmalar yoğunlaşınca, etrafı kollardık ürkek… Çünkü sakıncalar çembere alırdı bizi. Alışılmamış yeni konular çekici olurdu. Aramıza yeni katılanlar varsa, şüpheyle, dinlerdi konuşmalarımızı. Buna karşın bırakıp gidemezdi bir türlü… Ama bir sonraki günlerde yitip giderdi çoğu.
Başımızda nehir yelleri eserdi o dönemlerde. Sakıncalı kitaplarla kaynaşır, sık sık sevdalanırdık.
Ben şiire yeni bulaşmıştım. Denemelerim vardı. Kapağı kırmızı kaplı bir defterde toplamıştım onları. Günün ünlü ozanlarının etkisinden kurtulamazdım…
Bir masa ötemizde, bakışları kurşun gibi ağır, değişmeyen birileri izlerdi bizi. Varlığı bir gölge gibi düşerdi üstümüze. Bilirdik bizim için kahveye geldiğini. Bildiğimizi o da bilirdi. Böyle olmasına karşın, yakınımızdaki bir masaya gelip otururdu. Kulakları dört açılırdı biz konuşurken. Duyardı bizi, ama duydukları işine yaramazdı. Çünkü o gelince havadan sudan, aşktan söz ederdik…
Arada bir yer değiştirir, Sakarya Kahvesinde toplanırdık. Değişmez dostumuz orada da gelir bulurdu bizi.
Yaşlı bir garsonu vardı Sakarya Kahvesinin. Badi badi yürürdü sallanarak. Omzunda büyük bir mendil taşırdı. Yaz günlerinde, koşturmaktan terleyince, o mendille silerdi alnını. Silerken oflardı. Bize karşı iyi davranırdı. Çağırmadan gelmezdi yanımıza. Kimi günler parasızlıktan, bir şey içmeden gideceğimizi bilirdi. Koştururken sevecen bakışlarını düşürürdü üstümüze, asık suratı yumuşardı. Seslenirsem hemen koşar gelirdi. Gelirken “Hop, geldim aslanım” derdi. Bize karşı ılımlı davranışının nedenini bilemezdik, hiç bir zaman sormadık.
Bir öğle sonu, dört arkadaşla birlikte Yıldız Kahvesinin nehre bakan yönünde oturuyorduk. Sırtımda kaçaktan alma, eskinin yenisi, lacivert bir caket vardı. Kırmızı bir kravat (*) tamamlıyordu görüntümü. Damat adaylarına benzemiştim aynalar gülmüştü bana, dostlarım da güldü. Arif (Hikmet Katiboğlu) hangi filmde oynayacağımı sordu. “Hiçbiri değil, bilemediniz, sevdalandım, kız beni beğensin diye uğraşıyorum” dedim. Gerçekten bir genç kız takılıp kalmıştı yüreğime. Ayaküstü iki çift laf edebilmiştim onunla. Buluşmak için uygun bir yer sağlamam gerekiyordu, zorlanıyordum…
O gün şiir defterim yanımdaydı. Son yazdığım “Karasevda” adlı şiiri arkadaşlara okurken, bir el defteri hışımla kaptı elimden. Baktım masa komşumuz… Gülüyordu, yapaydı gülücükleri.
Meraklanmıştı onun deyimiyle. Neler okuduğumuzu bilmek isterdi. Hem o da şiire düşkündü…
Sakıncalı konular yoktu defterimde. Bu nedenle rahattım, tepki göstermedim. Göstersem bir şey değişmezdi.
Masamıza davet ettik komşumuzu. Buzlar çözülsün istiyorduk. Az şekerli içerdi kahvesini, ısmarladık.
Şiirlerden biri (Çamurların Çocuğu) ilgisini çekmişti. Onu bir kaç kez okudu. Sonra not defterini çıkardı, özenle çekti örneğini.
Onun deyimiyle, çok sevmişti bizleri. İyi aile çocuklarıydık. Yedi kat kimliğimizi sıraladı. Benim eniştem onun arkadaşı olurdu. Eniştemin dükkanında traş olurdu. İyi makası vardı eniştemin. Kahve köşelerinde zaman öldürecek gençler değildik. Bir daha bizi buralarda görmemeliydi, yoksa kulaklarımızı çekerdi. Tahsilimiz vardı, yetenekliydik, eli ayağı düzgün insanlardık. İstesek bizi bir işe yerleştirebilirdi. Hemendi hemen. Örneğin yarın kendisini arayabilirsek, işimizin çözümlenmesi kesindi…
Sonra kalktı, bir süre sarı boncuğa benzeyen gözleriyle süzdü bizi, ellerimizi sıktı. Giderken “Çocuklar” dedi, “Ünlü yazarların kitapları var bende, sizlere verebilirim. Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt, Pitigrilli…”
Abdullah’ın Kahvesi. Yeni adıyla Özdemir Kıraathanesi. Affan’da Özdemir Sokaktadır. Foto: Arif Okay
Kuytu yörelerdeki kahvelere alışkanlığımız, soğuk bir mermi gibi bir çift gözün sırtımıza yöneldiği dönemlerde başlar. Abdullah’ın Kahvesi bunlardan biridir. Yazın güneş karşı evlerin ardına çekildiği saatlerde uğrar, dinlenirim bir süre. O ara kahvede, çaylarını içen dalgın ve bezgin birkaç kişi bulunurdu. Arka bölümlerde bir iki ihtiyar ya nargile içer, ya da hafiften kestirirdi. Bunlar tanıdık kimselerdi, genellikle yabancıların uğrak yeri değildi bu kahve.
Önünde ikinci sınıf bir cadde uzanırdı kahvenin. Yanda dağ mahallerine, gecekondulara giden dar bir sokak vardı. Kahvenin iki yanlı açık oluşu, bol ışık ve rüzgar almasını sağlardı.
Ben yol kenarı ile caddeye bakan köşedeki masaya otururdum. Bu masada bir önceki gün bıraktığım çizgiler dururdu yerli yerinde.
Bir ocakçı ve garson yönetirdi kahveyi. Ağır aksak yürürdü garson. Aceleci olmayanların uyuşukluğu içindeydi. “Doğduğuma pişmanım” der gibiydi bakışları. Bakarken gözünün üst kapakları yarı kapalı bir perde gibi gizlerdi gözlerini. Tepesi açılmış, yaşlanmaya başlamıştı. Yüzündeki çizgileri, yer yer kırlaşan haftalık sakalı kapayamazdı. Terler birikirdi bu çizgilerde. Arada bir önlüğüyle silerdi yüzünü. Silince hafiften bir oh çekerdi. Bu ‘oh’larının nedenini anlayamazdım, soramazdım.
Masama oturunca bir fincan kahveyle gelirdi. Bilirdi ne içeceğimi. Gülerdim o gelince, o da bana gülerek bakardı. Arkadaşlarım yoksa yanımda, hele gözlerimde sevecen bir bakış yakalamışsa başlardı acılı konuşmalara. Süründüğünü, iki yakasının bir araya gelmediğini anlatırdı.
İlkokulda birlikte okuduğumuz Abdullah’ın kahvesiydi burası. Hayli yaramaz, kavgacı biriydi. Ara sıra kahvede karşılaşırdık. Okuldan kalma adıyla seslenirdim ona “Abdullah Bin Davut” derdim. O da bana “Ne var Sölemem Efendi” derdi. Güler anılara geçerdik…
Bu kahvede arkadaşlarla zaman zaman toplandık. Birçok şiirimi burada yazdım…
(Süleyman Okay’ın Çocukluk ve Delikanlılık Anıları, Hatay Gazetesi)
Mehmet Ergün
Dutdibi sahasında çeşmelerin tam karşısında Kör Yahya’nın kahvesi vardı. Bu adam eskiden güreşçiydi. Çeşmenin karşısında köşedeydi kahvesi. Kör Yahya uzun boylu yakışıklı bir adamdı. Benim dediğim 34-35-36-37 yıllarıydı.
Yıldız kahvesini Yusuf Koyuncu çalıştırırdı. Halk sinemasının (ilk adı Roksi) altındaydı. Asi kenarındaydı. Kapıdan girerken içeride güzel bir salon vardı. Kağıt, tavla, domino oynanırdı. Her yer camlı, nehri, sultani mektebini, müzeyi, karakolu, Vali konağını görürsün. Güzel manzaralı bir yerdi. Yıldız kahvesi ile Camlı Kahve arasında bir yol vardı, buradan Asi’ye inilirdi. Camlı Kahveye Sinekli Kahve de denirdi. 1939 da Camlı Kahve vardı. Köprübaşında Ulucaminin karşısında Sinekli Kahvede lamba yakarlardı. Gece gider gelirdik. Papaloz çalıştırırdı. Sonra Papaloz’un Kahvesi denilirdi.
Kilisenin karşısında sağda Abdülhüsnü’nün kahvesi vardı. Bahçesiz bir kahveydi. Bunu Aleviler çalıştırırdı. Bu şimdiki Anadolu Restaurant’ın yerindeydi. İçki de içilirdi. Bu kahvenin yanında paytonların durağı vardı.
Lafut denilen yerde yazlık bir kahve vardı. Çiçek kahvesi denirdi. Hıristiyanlar çalıştırırdı. Kızlar gelirdi. Bu kahve kışlayı 100 m. geçince sağdaydı. Basamaklı bir yerdi. Kat kat nehre inilir. Rumlar gelirdi. Pazar günleri giderdik. Sair gün de giderdik. İçki de içilirdi. Herkes efendiydi. Çiçekler, ağaçlar. Tam karşısındaki bölgeye Orabi denirdi.
Süveyka’dan köprüye inen yolda Cindi Hamamının yakınında Dayının Kahvesi denilen yerde Karagöz oynatılırdı. Suphi diye biri çalıştırırdı. Gösteri Ramazan ayında ve akşamları oynatılırdı. Bir dörtlük verirdik. Uzun kalaslara ayaklar çakmışlardı seyirciler bunların üzerine sıra sıra otururlardı. Karagöz gösterisinin reklamı da yapılırdı. “Bu akşam Karagöz’le Bekri’nin Kavgası” ya da “Bu akşam Karagöz’le Yahudi’nin kavgası” diye reklam anonsları yapılırdı. Bu gösteriye çocuklarda ve büyükler de gelirdi. Yerlerde hasırlar vardı. Tahta sandalyeler vardı. Tahta masalar bulunurdu.
Kurtuluş Caddesinden inerken, Yıldız Caddesinin hemen başta bir kahve vardı. Şimdi yeri boşluktur (Doktor Hasan Rıza Akyürek’in muayenehanesinin önü).
Cumhuriyette çeşmenin yanında bir kahve vardı.
1920-25 yıllarında İplik pazarında üç kahve vardı. Biri İzzeddin’in dükkanının yanındaydı. Bunu kunduracı Mehmet Zingir (Halepli Mehmet) çalıştırırdı. Orada bir ada vardı. Adanın sağ köşesinde ve arka tarafında karşısında iki kahve daha vardı. Kağıt, domino, tavla oynanırdı. Sağ köşede olan kahvede horoz döğüştürülürdü. Paralı bir gösteriydi ve yalnız Pazar günleri yapılırdı. Horozlardan biri ağır yaralı olarak terk ederdi. Bu kahvelerin yanına 35 yıl kadar öncesine dek kurban bayramından önce bir deve getirilir ve etinden sipariş alınırdı. Kahvede oturan taliplilerin adları ve istedikleri miktar kg. olarak kağıda yazılırdı. Kaparo almayı da ihmal etmezlerdi.
Sakarya kahvesinde bilardo oynanırdı. Akif abi dediğimiz futbolcu vardı çok güzel oynardı. Bu kahve ben kendimi bildim bileli var. Sakarya kahvesinin yanında tiyatro vardı. Bu kahve ben kendimi bildim bileli var.
Libyeli kahve köprüden sağa dönünce 250 m. uzaklıktaydı. Kavak, asma çardağı ayrıca kabineli plaj vardı. Karşısında Ada Kahvesi vardı. Vedii Münirlerin kahvesi.
Meydan Hamamı yoluna çıkılınca Asi kenarında Ada Kahvesi vardı. Söğütler, surfata ağacları plaj gibi yer ve kabineler vardı. Plaj kahveye bitişikti. Hem kahveyi hem de plaj yerini Hameki çalıştırırdı. Ortağı da vardı. İçki de verilirdi. Libyeli Kahve, Ada Kahvesi daha sonra yapılan kahveler
Meydan’da bir kahve vardı.
İnci Kıraathanesi o zamanlar da vardı Fransızlar zamanı). Yanında Bisikletçi Hasip vardı, kiraya bisiklet verirdi.
Küçük Cemal’in çarşının içine girerken çalıştırdığı bir kahve vardı. Karşısında bir kahve daha vardı.
Köprüden sola Süveydiye yönüne dönülünce koca çınar ağaçları vardı. Orukpınarının un değirmeni vardı. Orası sırf yazlık kahveydi. Nehir kenarında güzel bir yer vardı. Orukpınarı Kahvesi denirdi.
Hünkar köşesindeki kahveyi Gafur çalıştırırdı. Evi kahvenin yanı başındaydı. Akşam vakti herkes toplanır, güvercin satılırdı. Kandırılıp kaçırılan güvercinleri, sahibi geri alırdı. Kışın kudama çiçeği, tarçın içilirdi. Ben çok gitmiştim.
Cumhuriyete çıkarken iki yol arasında bir kahve vardı.
1931-32 yılları Orukpınarı Kahvesi, orda bir değirmen vardı. Un değirmeni. Karşısındaydı. Açık kahve.
Dullar değirmeni vardı. Yaşlı bir adam çalıştırırdı. Yazın çalıştırırdı. Nehir kenarında, zikir vardı. Merdiven yapmışlardı, nehir kenarına inilirdi. Buraya 5-6 masa konurdu. Osmanlı zamanından kaldı.
Meydan camisinin arka kapısında bir kahve vardı. Oralarda hamallar, nalbantlar vardı. Dükkan, çay ocağı gibi.
Affan’a çıkarken sağda Süleyman’ın Kahvesi vardı.
Şirince’ye çıkarken, Mülebbes Pınarına çıkarken sağda Niko’nun kahvesi vardı. Sonradan kahve oldu. Önce ev yaptı, sonra kahve yaptı.
Uzunçarşı Mahremiye Camisi karşısındaki kahve (Marmara)… Ben kendimi bildim bileli kahve orası.
Kunduracı Pazarında iki yer vardı. Çarşının içinde Mintanyos hanında kahvesi vardı.
(2003)
Kahveci Hayrettin’in Anlattıkları
23-09-2002
Milangaz falan yoktu. Tabii kömür ile çalışırdık. Sabahtan erken gideriz. Kömürü koyarız mangala. Ateşi yaparız. Onun üzerine demliğe koyarız. Şimdi her şey ilerledikçe, kömürden sonra gazocağı ile çalıştık bir ara. Bir ara kumla çalıştık. Gazocağının üzerine bir teneke yaptırdım, onun üzerine deniz kumunu koydum. Tabii o kum kızıyor, su da o meyanda ısınıyor, cezveden. Koydun mu cezveyi hemen pişiriyordu kahveyi. Şimdi deniz kenarında kuma basamazsın tabii. Bu tasarruf. Ancak çok hoşuma gitmedi. Pislik oluyor. Daha sonra gazocağına devam ettim. Ondan sonra bu milangaz ocağı çıktı. Üçlü milangazlar. 1962-63 yıllarında.
1950’den sonra başladım. İlkokulu bitirdikten sonra. Babamla başladım. Şükrü Usta. Tabakhane kahvesinde. Bizim zamanımızda çay filan diye bir şey yoktu. Kahve. Bir semaver yaptırmıştım. Semaverin etrafı boş, şöyle bir borusu var. Annem rahmatlı bir torba dikti şöyle. Ona ıhlamuru koyduk, ıhlamur kaynadıkça kızarır. Ihlamur diyene yeşil, çay diyene kaynamış ıhlamur verilirdi. O zamanlar çay may yoktu. Sanırım Demokrat Parti iktidara gelince çay piyasaya çıktı. Menengiç kahvesi yaptım. Menengiçi annem döverdi. Bal gibi olurdu.
Kahvenin darlığında suni kahve çıktı. İskenderun’dan getirtmiştim. Harmanladık. Bundan bir kilo ondan, bir kilo bundan verip giderdik millete. Sonradan kahve çoğaldı, ona lüzum görmedim artık.
Horozun kahvesi derlerdi. Eski PTT vardı. Eski Reyhanlı garajının orada, Şimdiki otobüs durağı var, otobüsler gelip dönerler. Köprüde. Onun az daha ilerisindeydi.
Camlıkahve, Yıldız Kahvesi vardı. Eski Şah sinemasının yanında.
Meydanda Kel Abdo’nun kahvesi vardı.
Asi kenarında Libyeli kahve vardı.
İnci Kahvesi Affan’daydı.
Abdullah’ın Kahvesi Ahmet Ağanın oturduğu yere yakın. Affan’da.
İplik Pazarında köşede bir kahve vardı. Hem yazlığı hem de karşı tarafta şele küçük bir kapalı yeri vardı. Bir sekisi vardı, İplik Pazarının üstünde köşedeydi.
Uzunçarşıda Ortakahve. Mahremiye camisinin karşısında. Bir de Uzunçarşının başında kahve vardı. Eski yani.
Dörtayakta, Güvercinci Kahve. Güvercinci Kahve önce meydandaydı. İşte onun ismini hatırlamıyorum. Esas Güvercinci Kahve o Meydan Camisi var ya o caminin yanındaydı.
Solda Hayrettin Meler, sağda Arif Suavi Okay.
Süleyman Okay ve Mümtaz Tezel Parkta Orta Kahve’de sabah söyleşisi sırasında. Foto: Arif Okay
Şimdi yazımı Kasım Yücel’in bir yazısıyla bitirmek istiyorum. Yazının önemi şu: 1944 yılında yazılmış. Ortaokulda arkadaşlarıyla çıkardığı SONYIL dergisinde yayınlanmıştır.
Kahve
Bugün sizinle kahve hakkında konuşacağız dostlarım.. Şu hepimizin hamam yolu ettiğimiz kahve hakkında…
İnsanlar, -bilhassa biz gençler- iyiden fazla fenalığa mütemayiliz. Güzel şeyleri severiz fakat kötü şeylere daha çok yaklaşırız… Bu, bizim kötü oluşumuzdan mıdır? Hayır.
Bunun sebebi: kötülükten uzaklaşmadığımızdandır. Aynı zamanda etrafımızdakilerin kötü oluşlarındandır. Fakat onların kötü oluşları nedendir? Gene bizden.. Ben seni görerek yaparım, öteki beni görerek yapar.
Maalesef bu böyledir…
Gelelim bizim davamıza:
Kahveye niçin gideriz? Oyun oynamak için mi? Katiyen.
Kahve içmek için mi? Bilakis.
Sadece bunu birbirimizi görerek yaparız. Bakın şair ne güzel söylemiş;
Gönül Ne Kahve İster Ne Kahvehane,
Gönül Ahbab İster, Kahve Bahane…
Ne güzel söz değil mi?
Gelin dostlarım gelin, gelin de biz ahbablığımızı açık havalarda gezmekle, sudan, havadan, güneşten konuşmakla, arzu ettiğimiz geceler toplantılar, tertip etmekle devam ettirelim.
Yoksa kahve köşelerinde pineklemekle değil.
Dertli
Arif Okay Şubat 2012
Yararlanmalar:
* Sabahattin Yalkın, Antakya Resimleri şiirinden.
** Süleyman Okay, Nerde Kalmıştık Antakya’m şiirinden, Hoşçakalın Dostlarım kitabından
*** Süleyman Okay, Aynalar şiiri, Şakayık kitabından.
Hünkar Köşesi Çatışması, Arif Okay, Güney Rüzgarı, Sayı 36, Ağustos 2000.
Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Anıları, Nuri Aydın Konuralp.
19. Yüzyılda Bir Osmanlı Şehri Antakya, Adem Kara.
Antakya‘nın Kahvehaneleri
Toplumsal yaşantımızda önemli işlevi olan umumi yerlerdir kahvehaneler herkese açıktır, ancak her kahvehanenin belirli müdavimleri vardır. Nasıl ki aileden başlayıp mahalle, köy, şehir gibi birimleri birer sosyolojik birim olarak tanımlıyorsak, bir kahvehanenin müdavimlerini de bir sosyolojik birim olarak tanımlarsak pek yanlış bir tanımlama yapmış olmayız. Şöyle ki; Belirli bir yaş grubunun (umumiyetle emeklilerin) oluşturduğu bu kişiler belki de evlerinden çok vakitlerini birlikte mensubu oldukları kahvehanede geçirirler.
Şöyle bir değim var halk arasında söylenen; “Çay, kahve bahane, muhabbet şahane.” Ne zaman kafamızı dinlendirme, arkadaşlarla bir araya gelip sohbet etme gereği duyarsak hemen kapağı kahvehaneye atarız. Birileriyle randevulaşıp buluşabileceğimiz yegane adres yine kahvehanedir. Gurbete düştüğümüz zaman yabancılık çekmeden rahatlıkla oturup vakit geçirebileceğimiz kahvehaneden başka yerimiz yoktur. Bunu şu dizelerle dile getirmiş ozan;
O nazlı canana uğrarsa yollar
Bize mesken oldu kayfeler hanlar
Yarin meclisinde oturan canlar
Hesap etsin geçen yıllar beş midir nedir
Öyle kahvehaneler var ki tarihe tanıklık ederler. Kimi zaman lokal, kimi zaman toplumsal bir hareketin merkezi haline gelmiştir kimi kahvehaneler. Kuşaklar gelip geçse de onlar ayakta kalır işlevlerini sürdürürler. Örnek olarak Antakya’mızın Affan kahvehanesini gösterebiliriz. Köprübaşının meşhur camlı kahvehanesini (şimdi yok artık) orta yaşlılar gayet iyi bilirler. Sözlerimizi, toplum olarak asırlardan beri vazgeçemediğimiz kültürümüzün bir parçası olduğunu kanıtlayan bir halk türküsüyle noktalayalım;
Kadifeden kesesi
Kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar
Aman ciğerimin köşesi.
Aziz Büyükaşık – Şubat 2012
Hayatın ve insanın sıcak yanını buluşturan gizemli bir alaşımdı kahve(hane)ler…
Sokak aralarında saklambaç, mendil kapmaca, yakan top, çizgi, körebe, topaç, beş taş, çelik çomak, futbol, misket, birdirbir oynandığı zamanlardı… Kımıl kımıl… Masum, çocuksu…
Hasretle yolları gözlenen ve çok sevilen postacılarımızın kapımızı çaldığı yıllardı… Açmaya kıyamadığımız, huzur veren el yazısıyla yazılmış mektupların özenle saklandığı yıllardı… Candan, sımsıcak, özlemli…
Mahalle aralarında, köşe başlarında küçücük kahvehanelerin uçsuz bucaksız dünyalara açıldığı yıllardı…
Hayatın ve insanın sıcak yanını buluşturan gizemli bir alaşımdı kahve(hane)ler…
İnci, Kabçatılı, Hünkâr Köşesi, Kasr-ı Bellur, Sakarya, Camlı, Yıldız, Ada, Çiçek, Orukpınarı, Libyeli, Asmalı ya da Orta Kahve adları, adresleri ayrı olsa da hepsinde aynıydı insan sıcağı… Yağmur ve bulut gibi ayrılmaz bir bütündü kahveler ve can dostluklar.
Bağrına adım atmanızla bahçesi, tahta masa ve sandalyeler, duvarlar yaşanmışlığı fısıldar… Soluğu dostluktu. Tuz ekmek olmaktı. Simaları okumaktı gönül gözüyle. Gölgelenmiş yüzlerde yürek serinliği adına hemhal olmaktı. Duygudaş olmaktı, hüzünde, sevinçte. Dumanlı dağların ardında yüreği kalanlara yıldız olup akmaktı.
İnce belli bardaklarda doyumsuz sohbetler demlenirdi çayın buğusunda. Usulca, kırk yıllık değil, ölümsüz hatırın kokusu tüterdi tahta pencere ve kapılardan. Buram buram adaçayı, ıhlamur, kekik(zahter)sıcağında erir gider üşüyen dertler… Kavruk bağırları serinletir buz gibi ayran, dut şurubu, koruk şerbeti, haytalı. Zamanın eskitemediği yarenlikler güçlendikçe su serpilirdi heyecanla yenilerine…
D’okunurdu yürekler “Canımsın! Ciğerimsin!”diye diye.
Canan Başkaya, Antakya – Şubat 2012
Antakya Kahvehaneleri Deyince…
Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Trabzon deyince aklıma bir salkım karayemiş gelir” der “Trabzon Deyince” şiirinde. Antakya deyince, aklımıza tek bir şey gelmez; defne, künefe, humus, lehm-i varak (kâğıt kebap) başta olmak üzere birçok şeyi arka arkaya dizebiliriz. Nedense, kentlerle ilgili betimlemelerde ya da zihinlerde kalıcı olan şeylerin başında “yiyecek”lerin adları vardır. “Can boğazdan geçer”le bağlantılı bir öncelik olsa gerek bu. Şam deyince “şeker” gelir akla, Halep deyince “süt” ve New York deyince “elma”… Ha, Şam deyince bir de “yasemin” çiçeği dillerden düşmez. Antakya için de “defne”yi baş tacı yapmak gerekir ki, tarihte egemenlerin başını süsleyen “taç” olarak kullanılması boşuna değildir.
Antakya kahvehaneleri deyince de benim aklıma “Kuru Abdo” ve “Şekibi’l-âmâ” gelir. Neden bu iki insanın aklımıza düştüğüne gelince… Kuru Abdo, Uzunçarşı Orta Kahve’de; Şekibi’l-âmâ ise Affan (İnci) Kahvesi’nde öne çıkan iki tiptir. Biri “arkası yarın” olarak adlandırılan takip eden masallar, hikayeler anlatırken; diğeri Arapça maniler, tekerlemeler, hicivler söylermiş. Kitle iletişim araçlarının henüz evlere girmediği dönemlere kadar (radyo, tv vb.) özellikle uzun kış gecelerinde evlerde bir araya gelen akraba, dost ve komşular oyunlar oynar, türkü ve şarkılar söyler, masallar anlatırlardı. Erkeklerin eğlence mekanlarının başında da kahvehaneler gelirdi. (Cumhuriyet döneminde “modernleşme”nin bir göstergesi olarak kentlerde Kadın Kulüpleri de devreye girmişti. Antakya Kadınlar Kulübü de 1950’lerden itibaren kentin burjuva kültürüne renk katmıştır.) Dolayısıyla bu eğlence mekanlarının renkli kişilikleri arasında “hikaye etme” yeteneği güçlü olanlar, herkes tarafından takdir edilirdi. Bir bakıma eğlence kaynağı olan bu kişiler, aynı zamanda kentlilerin derin belleği olarak yaşarlardı.
Kuru Abdo’nun her akşam Antakya masallarından (haket), halk hikayelerinden, bazen de manzum hikayelerden örnekler anlattığı Uzunçarşı Orta Kahve’ye, sabahleyin ilk gelen müşteriye parasız kahve ikram etmek, gelenekselleşmiştir. Benzer bir geleneğin, Şam’da 400 yıllık bir kahvehanede sürdüğünü, ilk kez 2002’de görmüştüm. İki ay Arapça öğrenmek üzere Mahed’e gittiğim Şam’da yorgunluk atmak ve farklı bir kültürü tanımak amacıyla arada bir gittiğim “Al-Navfara” kahvesinde hoş kokulu şekersiz kahvemi içer, kendimden geçerdim. Turistlerin çok rağbet ettiği burada her masada bir taraftan nargileler fokurdarken, eğer yolunuz kahveye akşam altı gibi düşmüşse, elinde sopası, yüksek bir koltuğa oturmuş “Hakaviti” denilen “hikaye anlatıcısı”yla karşılaşırsınız.
Bu anlatıcını Arapça hikayelerini iki kez dinleme olanağı bulmuştum, Arapçanın kendine özgü ahengiyle su gibi akan bu hikayelerde ne olduğunu tam anlamasam da birinde Leyla ve Mecnun’un aşkının anlatıldığını fark etmiştim. Tabii Arap kültüründe yer alan Cuha, yani bizdeki Nasrettin Hoca’ya benzer bir tipin hikaye ve fıkralarına da yer verildiğini söylemişlerdi. En son 2010’da eşim Sevda Hanım’la gittiğimizde, öğle saatlerine denk geldiği için, babadan oğla geçerek 400 yıldır süren bu hikaye anlatıcısını görme olanağı bulamamıştık. Bizim Kuru Abdo ile “Hakaviti”nin aynı geleneğin iki dilde (Türkçe-Arapça) sürdürücüsü olduklarını düşünüp, aslında kahvehanelere “kıraathane” dendiği aklıma geldi. Eskiden, yaklaşık 500 yıl önce İstanbul ve Bursa’daki kahvelerde bir araya gelen sanatçılar edebiyat sohbetleri yapar, şiirler okurlarmış. Zaten “kıraathane” de “okumaevi” anlamına geliyor. Ne yazık ki zamanla “tembellikevi”ne dönüşen kahveler, zamanla domino, tavla, kâğıt oyunlarının mekanı haline gelmiş. Bu durumu, tersine dönüştürmenin, yani edebiyat söyleşilerinin yapıldığı; şiirlerin, kitap ve gazetelerin okunduğu kahvelere kavuşmanın zamanı…
Şekibi’l-âmâ’ya gelince… Kahvelerdeki şiirin, edebi sohbetlerin küçük bir örneği olarak niteleyebileceğimiz Affan Kahvesi’ne geldiğinde, herkesin pür-dikkat kesildiği Kör Şekip, herkesi sesinden tanıdığı gibi, merhabalaştığı insanların ikinci kez elini sıktığında, hemen adıyla hitap edecek kadar duyargaları güçlü bir insanmış. 1930’da yapıldığı bilinen, hatta mimarının bir Rus olduğu söylenen Affan Kahvesi’nde kendisine takılan kişilere maniler dizermiş Arapça. Onlardan birkaçını örneklemek istiyorum.
1. “Mehmet Ali habbi, hab bint Konyal’e/ Lebbese minil dehep belde/ Basa min ayna min viçça/ Atito bil elf miye”
“Mehmet Ali, Konyalı bir kızı sevdi/ O kendisine altından bir elbise giydirdi/ Gözünden ve yüzünden öptü/ Kız kendisine binlikler ve yüzlükler verdi”
2. “Feyruz, bi şehir temmuz/ Abana kasit buz/ Kiffit muz/ Allayınanlu helbuz”
“Feyruz, aylardan temmuz/ Bize bir kâse buz/ Bir sepet muz(doldurdu)/ Lanet olsun çehresine”
3. “Habip, ekel felfle hebib bip/ Rah neğit tabib/ Darabo hamsin kadip”
“Habip, biber yedi ve alabildiğine yandı/ Doktora gitti/ Doktor elli çubuk vurdu”
4. “Süleyman, bihibin nisvan/ Bufut bil bistan/ Birget halfın nisvan”
“Süleyman, kadınları sever/ Bostana geçer/ Kadınların peşine düşer”
Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere doğaçlama uyaklı sözlerle kişiyi, bir durum ya da olayı anında betimleyen Şekibi’l-âmâ, Affan Kahvesi’ne olduğu kadar yaşadığı kentin sokaklarına, çarşılarına da renk katan bir kişilik… Onun geceleri dışarıda dolaştığında “fener”ini tutarak kendisine yardım eden Necimü’l-şeyni (Sakat Necmi) ve çok ustaca çaldığı kemanıyla gezintilerine renk katan Genim Demirel’le düşüp kalktığını bilen hemşehrileri, onlara “üçlü kafadar” diye seslenirmiş. Bunların ortak özellikleri bekar olmaları ve yaşamın zorluklarını birlikte göğüslemeleridir. Arkadaşlarıyla kader birliği yapan Şekibi’l-âmâ’ya uyaklı ve ölçülü taşlamalarıyla takılan ve böylece atışmanın gündemden düşmediği Kör Ali’den söz edilir.
Ramazan aylarında maniler dizerek insanları eğlendiren ve böylece yardım toplayan Şekibi’l-âmâ’nın Türkçe söylediği manilerden biri şöyle:
“Çıkalım sağa ağa
İnelim bağa ağa
Hey İbrahim Ağa
Gönder bahşişi bana”
Onun niçin evlenmediğini de ele veren Arapça deyişi de şöyle:
“He’z-zaman beddu ras
Iykun melyen van
Kalb min hacari’l-savvan
Ya amma şatır fennen
Hette yıkdır annisvan”
Kadınlara ilişkin bir önyargıyı dile getiren bu manzumenin özeti şöyle: “Bu zamanda kafamız bilgiyle dolacak ki, kadınlarla baş edebilelim.”
Doğrusu, bu insanları anlatırken, bir kentin toplumsal buluşma ortamlarının nasıl olması gerektiğine dair yeniden düşündüm. Aklıma bunda 11 yıl önce gerçekleştiridğimiz bir etkinlik geldi. “Asi Kıyısından Bir Hoş Sadâ-Antakya’nın Sosyal Buluşma Mekanları Sergisi”ni, Antakya Yerel Tarih Grubu’ndan Tülin Arslanoğlu Nami Beştepe, Hakan Coşkun, Güneş Daraoğlu, Mehmet Daraoğlu, Kerim Dönmez, Müslüm Kabadayı, Mehmet Karasu, Kadriye Şahin, Mine Temiz, Celal Yahyaoğlu ve Nasır Yeniocak’ın ortak çalışmalarıyla 2001’de Eski Antakya Belediye Binası’nda açmıştık. Binlerce insanın gezip görüş ve duygularıyla katkıda bulunduğu, yeni kuşağın yaşadığı kentin toplumsal dokusunu ve tarihi mekanları tanıdığı bu sergide, Antakya’nın kahve ve sinemaları, fotoğraflar ve canlı tanıkların anıları eşliğinde bir kültürleşme dönemi aktarılmıştı. Şimdi kentler cama betona boğuldu, arabalar çoğaldı, kentimize üniversite geldi ama kültürler mozaiği Antakya’da yeni bir “toplumsal kültürleşme” ortamını yaratacak buluşma mekânları pek az.
Valilik, Kaymakamlık, Belediyeler, Muhtarlıklar başta olmak üzere tüm yerel yönetim birimlerinin; toplumun her kesiminin temsilcilerinden oluşan ve demokratik bir seçimle gerçekleşen Kent Konseyi’nin belirleyeceği bir kent kültür politikasını, yine halkın denetimine açık olmak üzere uygulamaya koymalarını sağlamak zorundayız. Yoksa, bir zamanlar şair Süleyman Okay ağabeyle oturup toplumcu şiir üzerine söyleştiğimiz Cumhuriyet Caddesi’ndeki Asmalı Kahve’nin yerinde yeller esmeye devam edecek ve bizim yüreğimiz burkulacak orayı her gördüğümüzde. Bizi, Roma Köprümüzden, Kapıcı Kümbeti’nden, nauralardan (su dolapları) mahrum bırakanları biz nasıl lanetliyorsak, yeni kuşağa böyle acıları yaşatmamak için bizim daha çok mücadele etmemiz gerekiyor.
Müslüm Kabadayı – Şubat 2012