Yazın son günleriydi artık, son güz ağır ağır geldiğini esen rüzgârları ile haber veriyordu. Bir gece Yenişehir Gölü’nde belediye çay bahçesinde bir yer bulup gölün kenarında bir yere oturdum. Oturduğum yer üç yüzyıllık bir çınar ağacının altı. Tüm yükümü çeken emektar deri çantamı açıp kâğıt ve kalem çıkarıyorum. İçimden bir şeyler yazmak geldi bir anda, hani derler ya “ilham geldi” bana da küçük bir esin kaynağı oldu biranda oturduğum yer.
Bir çay daha söyledim Reyhanlılı Mamoş’a. Mamoş ta fanatikmi fanatik bir Reyhanlılı, Reyhanlı’yla yatıp, Reyhanlı’yla kalkan, tüm dünyasını bu ilçe üzerine kurmuş birisi.. Ben ise bura doğumlu değilim ama kendi doğduğum topraklar gibi seviyorum Reyhanlıyı.. Altında oturduğum çınar ağacının azametine kapılmış hayal aleminde geziniyorum öylesine.. Buraları sevmek için gizem dolu insanlarını tanımak, suyunu içmek ve o kutsal, verimli topraklarında gezmek, kısa süre de olsa yaşamak gerekir bence.. Halkların kardeşliğinin en güzel örneğinin yaşandığı yerleşim alanlarının başında gelmektedir Reyhanlı. Arab’ı, Kürd’ü, Türkmen’i, Çerkez’i ile.. Diller, mezhepler, kültürleriyle tam bir gökkuşağını anımsatan Reyhanlı…
Reyhanlı tarihi, doğal, kültürel güzelliklerin iç içe geçtiği ve yaşandığı şirin bir yer. Kasr-el Benet (Kızlar Manastırı), Açana, Alalah (Hitit sarayı), Tainat, İmma Kalesi ve kenti, Vadi el hamam (Güvercinler Vadisi) Kanula (Çatal höyük, Tell Cüdeyde, Tell Dehap, Pınarbaşı Gölü, Cüdeyde Gölü, Yeşilova ve İbrahim Paşa Nekropolleri (Kaya Mezarları) Harran-Cilvegözü’ndeki asırlık tarihi çınar ağaçları, leylak ağaçları, kırmızı, pembe, beyaz zakkumlar, Amik Ovasını baştanbaşa sarmış, sarmalamış büyük bir gelinlik gibi duran pamuk tarlaları, altın sarısı buğday başakları, delicoş ve özgürce akıp giden Afrin Nehri, daha neler neler…
Yenişehir Gölüne Romalılar “İmma”, Araplar “Bürtelam”, Türkler “Em” derlermiş. Bir zamanlar bu gölün etrafında kiliseler, havralar, camiler varmış. Su değirmenleri çalışırmış sabahtan akşama kadar.. Halen iki tanesinin tarihi kalıntıları vardır Yenişehir Gölü civarında.. Türkiye ve Suriye arasında yapılan anlaşma gereği Yenişehir Gölü Türklerde kalmış. Kardeş insanların yürekleri sanki ikiye bölünmüş bu olayla birlikte. Oysa bu anlaşma öncesinde taa Halep’den, Şam’dan, İdlip’den develerle buğdaylar getirilip öğütülürmüş bu değirmenlerde.. Şimdilerde çirkin, insanları korkutan zehirli dikenli teller. Nerede ve ne zaman patlayacağı,canları alacağı belli olmayan serseri mayınlar kalmış iki ülke arasında.. Bir adım geriye gitsen Suriye,oradan bir adım atsan Reyhanlı.. Yenişehir Gölünü besleyen ana su damarları da Barişa Dağının arkasında Suriye’de kalmış bu süreç içinde..
Yenişehir Gölü binlerce insanın gelip dinlendiği ve piknik yaptığı bir mesire yeridir. Özellikle hafta sonları burayı Antakya’dan, Adana, Mersin, Osmaniye, Maraş gibi illerden yüzlerce insan günü birlik olarak gelip ziyaret edip dönerler. Buraya gelenlerin ilk ziyaret ettiği yerlerin başında Belediye gazinosudur. Burada tadı ve benzeri dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan Mucidinin Durmuş Ali Alkan’ın olduğu “Tuzda Tavuğu” yiyip öyle dönerler memleketlerine.. İşletmeci Mustafa Özberk elindeki ağaç tokmakla tepsi içindeki tuzda tavuğu kırıp manilerle, ikram eder müşterilerine..
Yenişehir Gölünün bir kutsallığının olduğuna inanılır halk arasında. Evlenen gençler buraya konvoylarla gelip dualar edip, dileklerde bulunup güzel çocuklar isterler Tanrı’dan. Resimler çektirip, halaylar çekerler, Yenişehir Gölüne gelmeyen gelinlerin çocuklarının olmadığına inanıldığından herkes buraya mutlaka gelir, buranın güzelliği ve kerameti insanlara bir huzur ve zenginlik verir. Yenişehir Gölünü Osmanlının Halep müşiri (eyalet valisi) Derviş İbrahim Paşa yaptırmış ve bir de su değirmeni inşa ettirip hizmete açmış, 1865’lı yıllarda. Yenişehir gölü insanlardan adak ister, verilmediğinde her yıl en az bir can helak olur boğulur gölde..
Bu yaz gecesinde Reyhanlı merkezden yaya olarak ailece çıkan insanlar Yenişehir Gölüne kadar yürüyüp gölü günlük olarak ziyaret ederler. Yolda gördükleri akülü teybin sesini sonuna kadar açıp Reyhanlı oyun havaları çalan seyyar dondurmacıdan buz gibi limonlu dondurma alıp, misler gibi kızarmış, nefis kokan darıları yiyerek, taze nohutları patlata patlata yer, gazoz, kola içerek gelip Yenişehir’e ulaşırlar. Atatürk Caddesi İstanbul sahilleri, İzmir Kordonboyu gibidir yerli halk için. Yolda haytalı, bici bici satan seyyar satıcıdan yememek olur mu hiç? Yenişehir’e gitmek bayram yerine gitmek kadar önemlidir, çocuklar lunaparkta doyasıya eğlenip, parklardaki, bahçelerdeki oyuncaklara oynayacaklardır.
Ne yazacağımı düşünürken birden oturduğum iki yüz yıllık tarihi çınar ağacından gelen bir sesle irkildim.
Çınar ağacı “Merhaba ey insanoğlu sana istersen Yenişehir Gölüne gelişimin öyküsünü anlatayım. Dinlemek ister misin?” dedi.
Başımı kaldırıp yukarı baktım, bu benim için bulunmaz bir öykü olacaktı. Masanın üstünde sanki yazmamı bekleyen kâğıt ve kalemde canlanmıştı birden. Çınar ağacı sevecen bir yaşlı gibi bana öyküsünü anlatmaya başladı
<<Ben annemden doğduğumda küçücük bir tohumdum, annemin dallarının üstüne oturmuş güneşleyip, etrafı seyrederken aniden bir fırtına çıktı ve beni aldığı gibi savurdu, öyle korktum ki öleceğimi sandım bir anda, her yer toz duman içinde kaldı, karanlıklar çöktü fırtına beni savurdu sağa sola, bağırmaya başladım “Anne, anne kurtar beni” diyerek, ama annem beni duydumu bilmiyorum, ona da bir şeyler olduğunu sanıyorum. Kaybetmiştim bir anda annemin ne kadar üzüldüğünü biliyorum, diğer kardeşlerimi benim gibi çok severdi.
Günlerce oradan oraya savruldum durdum, bir yerde, bir gökte gezindim durdum her yere çarpışımda canım öyle yandı ki! Birden suyun içine düştüğümü hissettim tam da boğulacaktım ki küçük bir balık beni kurtardı, balık beni yiyecek bir şey sandı ve kıyıya getirdi, yemek için uğraştı ısırdı durdu, ancak sert olduğum için bir türlü yiyemedi beni ve bırakıp gitti kıyıya. Toprağa çok yakındım sıkıca tutundum, kendimi ileriye doğru attım “oh kurtulmuştum” artık. Günlerce süren o kötü yolculuk, kabusum bitmiş, güzel bir su kenarına gelmiştim, bir soluk aldım. Annemi ve yüzlerce kardeşlerimi özlemiştim, şimdi onlar ne yapıyorlardı, kardeşlerimde benim gibi bir yerlere savrulmuşlardır, annem bilmem kaç yüz yıllık bir ağaçtı ona bir şey olduğunu sanmıyorum ama kardeşlerime çok acıyordum, fırtınada kaybolanlar olmuştu. Onlar da çok ağlamışlardır beni göremeyince,her gün onları düşündüm ve bir gün kavuşurum umuduyla buradan taa uzaklara baktım durdum yıllarca.. Kıyıdaki toprağa her geçen gün iyice sarıldım, toprak ana da beni sevmişti sanırım oda bana kollarını açtı beni çektikçe çekti, bana beni saklayacağını ve koruyacağını söylediğinde çok sevindim ve gözyaşlarımı akıttım, ama annem gibi beni sevebilecek miydi acaba? Toprak ana benim üstümü iyice örtüp koruyordu.
Hayatta kimselerim olmadığı için toprak anayı sevdim ve bende minicik kollarımla ona sarıldım, mevsim değiştiğinde ise daha da kat kat toprakla benim üstümü yorganla örter gibi örttü ve korudu, kışın soğuğu bana artık vız geliyordu. Toprağın altında beni bir aç kurtcuk yemek istedi ama üstüm öyle sıkı örtülüydü ki bana ulaşamadı, kurtuldum. Ara sıra kaybettiğim annem ve kardeşlerim aklıma gelince ağlıyor, gözyaşlarımı akıtıyordum gözyaşlarım toprak ananın üstünü ıslatıyordu. Ara sıra güneş çıktığında toprak ana benim üstümü açıp güneşlendiriyor havalandırıyor ve hava soğumaya başlayınca örtüyordu. O kışı toprak ananın sıcacık kolları arasında geçirdim.
Bir sabah uyandığımda şöyle etrafıma bakındım, kendimi değişmiş olarak gördüğümde çok şaşırdım, her tarafımdan filizler fışkırmıştı toprak ana bana bakıp bakıp güldü, kış artık bitmiş ilkbahar gelmişti. Güneş bana ışıklarını yöneltip sıcağıyla ısıtmaya çalışıyordu. Güneş bana “Ey minik çınarcık ben sana dostum, seni seviyorum” diyordu. Ben ise mutluluktan yerimde duramıyor, kıpır kıpır ediyordum, yakınımdan geçip giden su kardeş de küçük dalgalarıyla bana su fışkırtıyor” al küçük çınarcık bu suları iç yoksa kurur gider, ölürsün diye öğüt de bulunuyordu. Toprak ana, güneş baba su ile kardeşle çok mutluydum, onları bende çok seviyordum, toprak ana kızınca hemencecik filizlerimin içine kıvrılıyordum. Toprak ana bana bir şeyler olacak diye çok korkuyordu, her şeyden herkesten korumak için caba sarf ediyordu.
Gördüğüm sevgi ve ilgiden birazcıkta şımarmıştım doğrusu. Şimdilerde bile bana buradakiler ‘Sevgi Çınarı’ derler. Şu tepemde ötüşen kuşlar var ya onların atalarından çok büyük iyilikler gördüm, beni kemirmek isteyen karınca ve kurtçukları aman vermediler onları bir bir yiyip yok ettiler, zarar vermelerini önlediler. Ben büyüdükten sonra dallarıma konan tüm kuşları bağrıma bastım onları aşağı atmadım, zarar vermedim, korudum, kolladım ve sevdim. Çünkü bende bu yaşıma gelene kadar herkesten iyilik ve yardımlar gördüm, bu günlere kolay gelmedim. Yaz günü açan iri yapraklarımla tüm canlıları koruyorum sıcaklardan, tehlikelerden, yaz mevsiminde benim yapraklarım örtü oluyor onlara, sinsice dallarıma çıkıp minicik kuş yavrularını yemek isteyen yılanları bile bir hamlede sallayıp aşağıya atıyorum çoğu zamanlar.
Şu cırcır böceklerinin seslerinden bu insanlar rahatsız oluyorlar, ama benim çok hoşuma gidiyor her gün sanki konser veriliyormuş gibi dinliyorum onları sanki hep beraberce akordeon çalıyorlarmış gibi geliyor bana. Gün geçtikçe büyüyor ve gelişiyor, güçleniyordum. Bir gün bir adam elinde bir demir parçasıyla gizlice yanıma yaklaştı ve etrafına şöyle bir baktıktan sonra sağımı, solumu kazmaya başladı, öyle korktum ki “imdaaaat beni kesiyorlar, yardım edin” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Çevredeki tüm insanlar koşup yanıma geldiler, içlerinden kalın bıyıklı ihtiyar adama öyle bir bağırdı ki ben bile korktum, adamın elindeki demiri alıp; “Bana bak sen bu çınarı kesersen bende seni bu tahra ile dilim dilim doğrarım, utanmıyor musun gölümüzün ilk Sevgi Çınarını kesmeye!” dedi. Adam hem korkmuş, hem de utanmıştı ağzının içinden geveler gibi bir iki söz söyledi ama hemen arkasına bile bakmadan kaçtı gitti. Sonradan anladığıma göre bu adam da beni buradan söküp evinin önündeki bahçesine dikecekmiş, o ihtiyar amca sık sık göle geldi ve gece gündüz beni kontrol edip durdu, kuruyan dallarımı, budaklarımı yenileri çıksın yeşersin diye kırıp evine götürdü uzun süre. Beni kesemeyeceklerini bildiğim halde yine de birinin elinde bir balta görsem kesilmek korkusunu yaşardım! Kimi zamanlar buralarda kıyımlar yaptılar karanlık adamlar.
Gecenin bir karanlığında, çoluk çocuğumuzu,akrabalarımızı kesip doğradılar, gittiler.. Kimi insanlar var ki çok acımasız, merhametsiz, kimileri de var ki sevgi dolu, vicdan sahibidirler. İki yüz yıldır insanlar gelip sırtlarını gövdeme yaslayıp, çocuklarına salıncak kurdular dallarımda, gölgemde gün boyu oturdular, piknik yaptılar. Kimi yaramaz çocuklarda ellerine geçirdikleri çakılarla gövdeme çentikler açtılar,beni yaraladılar,nasıl canım yandı bir bilseniz..Bu yaramazlar bekçi amcalarını gördüklerinde hemen kaçıp gidiyorlar.
Şimdilerde Yenişehir Gölünde şu gördüğün onlarca çınar ağaçları benim akrabamdır, benim soyundandırlar, kimisi çocuklarım, kimisi de torunlarımdır,artık ben yaşlandım tam üç yüz yıl olmuş ben buraya geleli, bir adam gelmişti elinde kocaman bir metre ve kağıt, kalem olan onlar ölçüp, biçtikten sonra onları dinlemiştim, onlar iki yüzyıl olmuş bu çınara demişlerdi, hep bu gölün suyundan beslendim, güneşle, toprakla, insanlarla dost kaldım, boyum büyüdükçe hemen şu arkamdaki Suriye tarafında kalan Barişa Dağını daha iyi görmeye başladım, orada çam ağaçları var. Kartallar, şahin ve atmacalar, kargalar, sığırcık ve serçeler, tilkiler, domuzlar, sırtlanlar yaşar hep oralarda. Kuşların yavrularını yemeyen yılanlarla bile geceleri dost oldum buralarda, eğer minicik yavruları yemeye kalkarsa şiddetle dallarımı sallayıp aşağıya atıyordum yılanları. Ama şimdilerde dost oldum, geceleri dallarımda uyuyup, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte inip toprağın altına akıp gidiyorlar.
Bu gölde ne depremler, sarsıntılar, olaylar, ne insanlar, fırtınalar gördüm. Hiç birisi beni buradan söküp atacak güce sahip olamadılar, tek korktuğum şey de yangın onunu (???) içinde insanlar her türlü önlemleri almışlar. Bir de yaşlılık var artık yaşlandım diye bana şefkatle bakıyor bu insanlar, benim soyumdan bir çınarın bin beş yüz yıl kadar yaşadığını duydum, insanlardan. Onlara göre ben daha genç sayılırım. Bu serçeler gündüzleri cik cik şarkı söylerken, geceler de topluca şarkılar söyleyip beni mutlu edip, eğlendirirler. Kargalar ise durmadan kavga edip, beni çıldırtıp, rahatsız ederler. Ama çok kızınca dallarımı bir sallayınca hemen kavgayı keserler. Hepsinin barış ve kardeşlik içinde yaşamalarını istiyorum, bak bu Reyhanlı’daki insanlarda dilleri farklı, inançları ve mezhepleri farklı ama kardeşçe yaşayıp gidiyorlar işte! Bu topraklarda kin ve nefrete düşmanlığa yer yok. En güzel şey dostluk ve kardeşliktir, birbirimizi sevmeliyiz, bu topraklar ve güzellikler hepimize yetecek kadar, hem fazlasıyla. Buralarda bir ölüm duyduğumda çok üzülüyorum.
Buradan Reyhanlı’yı, Amanos Dağlarını, Amik Ovasını, bulutları, onlarca höyükleri seyrediyorum, kışın Amanos Dağına yağan karı çok seviyorum ve ilk ben görüyorum, buralara da birkaç kez kar yağmıştı çok mutlu olmuştum. Yazın Amik ovasındaki pamuk tarlalarında çalışan binlerce insanı ve kurulan o eğreti çadırları seyrediyorum, ellerinde çapalar, başlarında dolakları ile kadın, erkek, çoluk çocuk ameleleri, (???) hele pamuklar kozaya binip ağarmaya başlayınca tüm ovaya süt dökmüşçesine bembeyaz oluyor! Eski Amik Gölü yatağına gelen yüzlerce, binlerce kuşu da gökyüzünde uçuşurlarken seyrediyorum, Asi, Afrin, Karasu, Sarısu ırmakları yıl boyunca akıp oradan Akdeniz’e karışıyor. baş şurada eskiden su değirmenleri vardı, taa Halep’ten, Şam’dan, İdlip’ten insanlar develerle, kağnılarla buğdaylarını getirip burada aylarca sırada bekleyip öğütüp geri dönerlerdi, şimdilerde su da azalmaya başladı, değirmenler de kapandı. Değirmenci sıra kavgasında dövüşenlere çıkışıp “kavgayı kesmezseniz değirmeni kapatır evime giderim” deyince hepsi kuzu gibi olurlardı.. İşte insanoğlu benim buraya gelişimin kısa öyküsü böyle, neler gördüm ve yaşadım>>
dedi ve şöyle bir geriye yaslanıp, gerildi çınar ağacı.. Çınar ağacı burada Yenişehir Gölünde yaşamaktan son derece memnun ve mutluydu, yaşlı çınar yorulmuş gibiydi, önce esnedi, sonra da derin bir uykuya dalıp gitti.
Çay bahçesinin renk renk ışıkları çınarın ağacına vurup, kırılıp suya düşüyor, yaşlı çınarın tepesinde ötüşen yaramaz serçeler koca bir yaprağı masama atıyorlar sanki, yaprak gökyüzünde vurulmuş bir turna gibi döne döne masama düşüyor.. Yaşlı çınar esen rüzgarın etkisi ile sallanıyor, sanki üstüme düşecek gibi insanı ürkütüyor! Kocaman bir şemsiyenin altında oturuyorum sanki. Göldeki gizli rekabetin eseri olarak onlarca işletmeden gelen birbirine karışmış müziği dinliyorum.Göl gazinosu tam karşımda duruyor,lokantanın ışık kümeleri suya vurduğunda oluşan manzara bir harika ve anlatılmaz,tarif edilemez bir su altı tablosu oluşturuyor gecede.. Berrak suların dibine kadar inen bu ışık kırılmaları suyun derinliklerinde başka bir renge dönüşüp etrafa yayılıyorlar. Gölün kıyısındaki salkım söğütler ise rüzgarın etkisi ile yere değmiş dallarını suyun içine sokup çıkartmak için sıralanmış diğer söğütlerle yarış ediyorlar, dallar bir suya giriyor, ve geri çekiliyor söğütlerce..
Göldeki sulfatolar (okaliptus) ağaçları üç etek giyinmiş köylü güzeli gibiler, dallarını taşıyamadıkları için ayaklarına dolanmış eteklerini düzeltmek isteyen bir köylü güzeli gibi tatlı bir utangaçlık edasıyla sallanıyorlar, açıkta kalan köklerine birilerinin gelip toprak atarak kapatmasını sabırsızlıkla bekliyorlar, çam ağaçları ise her zamanki gibi dik başlı ve asiler. Gölün içindeki çeşitli balıklar sabahtan akşama kadar gölü ziyarete gelenlerin attıkları ekmek kırıntılarını kapma yarışını bitirememişler, bir o yana bir bu yana süratle gidip gelerek bir parça ekmeği kapma savaşı veriyorlar. Kıyıda karanlıkta oltasını suya salmış sessizce balık tutmaya çalışanlar da var bu gece.
Yenişehir Gölünün akıntısının verildiği yerde duran ve tarihi İmma Kalesine ait kesme taşlar yosun tutmuşlar renkleri değişmiş, kimlerin o tarihi mekandan söküp getirdiği ise bilinmiyor, gece de ağaçların altına oturmuş tavla, okey oynayanlar, mangalını yapmış etrafa marşandiz treni gibi dumanlarını salmış aileler, çocuk ağlamaları, geceyi yırtan ve nereden geldiği belli olmayan çığlıklar, kimi zaman Barişa Dağında nöbet tutan askerlerin rastgele sıktıkları silah sesi göle yansır durur.. Reyhanlının göz bebeği Yenişehir Gölü doğal güzelliğini yitirmeden asırlarca dimdik ayakta günümüze kadar gelmiş bu tarihi, doğal mirası korumak insanların birincil görevi olsa gerek. Bir bardak çayı içim Yenişehir’den duygular böyle işte. Gökkuşağı renklerinde bir yaşam biçimi olan Reyhanlı’nın bu renklerini yitirmeden binlerce yıl daha dostluk ve kardeşlik, barış, sevgi içinde birlikte yaşamaları herkesin ortak dileği olmalıdır diyor ve Reyhanlı’nın göz bebeğinden yaşlar akmasın diyorum.
Erhan Palabıyık Ağustos 2011