Kaç yıldır demir işleme sanatını icra ediyorsunuz?
1950 yılında Antakya’nın Barbaros Mahallesi’nde doğdum. Eğitim hayatıma Atiker İlkokulu’nda başladım. Okula başlamadan önce 2 buçuk liraya kendime mızıka almıştım. Birinci sınıfta mandolin dersi almaya başladım. Mızıka ve mandolin ileriki yılarda bana çok ayrı bir yol açacak iki enstrüman oldu. İlkokulu bitirdikten sonra yani 1962 yılında gitar çalmaya başladım ve ardından sanat okuluna girdim.
Eskiden demircilikle uğraşanların toplandığı bir Demirciler Çarşısı vardı. Sizin yaptığınız işleri onlar da yapıyorlar mıydı?
Evet öyle bir çarşı vardı ama benim yaptığım tarzda iş yapılmıyordu bu yerlerde. O günün anlayışına göre iş yapıyorlardı. Bu işi ben geliştirdim. Benim askım, sevdam, her şeyim oldu zaten demir işi.
Müzik serüveniniz nasıl başladı?
1963’te elektronik gitar edindik. İki üç ay İspanyol gitarı çalışması yaptık. Zamanın mecmualarından takip ediyorduk. Elektrogitarı, vurunca kendi kendine çalacak bir alet olarak düşünüyorduk. Orkestrada seyrettiğimiz kadarıyla biliyorduk. Antakya gibi yerde elektrogitarı kullanmayı öğrenmekiçin mücadele ettik ve hiçbir ders almadan elektrogitarı çalmayı öğrendim. 1963’ten 1984’e kadar profesyonel anlamda müzik yaptım.
Yıllarca müzik yaptıktan sonra demir işine nasıl ilgi duydunuz?
Liseyi bitirdikten sonraki süreçte Milliyet Gazetesi’nin düzenlediği bir müzik yarışması vardı. Biz bir grup kurup o yarışmaya katılmayı heves edindik. Olmadı, başaramadık. Sanat okulu bize böyle bir fırsat vermeyince sanat okulunu bıraktım. Antakya Lisesi’ne kayıt oldum. Orada da istediğimizi gerçekleştiremedik. Seçici kurul taraflı davrandı ve bizi elediler. Sanat okuluna geri döndükten sonra serbest çalışmaya başladık. Bu arada ailemizde 450 yıllıkbir geçmişi olan Demir işleme sanatını Babam sürdürüyordu.
Bende fırsat buldukça babamın atölyesine gidiyordum.
Dükkân Antakya’da mıydı?
Evet. Antakya’da, Meydan Çarşısı’nda. Küçük bir dükkândı. Otuz yedi metrekarelik dükkânda 15-20 kişi çalışıyor. Aslında bir zanaatkâr yetiştirme atölyesi gibiydi. Çocuklar atölyeye küçük yaşlarda gelmeye başlıyorlardı. Şimdi hepsinin atölyeleri var. Okul tatillerinde sokakta dolaşıp kötü alışkanlıklar edinmemek için atölyeye giderdik.
Müziği bırakıp demir işi ile ilgilenmeye başlamanızın sebebi neydi?
Askerden döndükten sonra sabit bir mesleğimin olması düşüncesine kapıldım. Babamın bir arkadaşı bana birlikte dükkân açma teklifi sunduğunda, bu sebeple teklifi kabul ettim. Evlilik ve gelecek ile ilgili birçok kaygı taşıyordum. Müzisyeni adamdan saymıyorlardı. Hazırlıkları tamamlayıp atölyeyi açtıktan sonra ortağım işi bıraktı. Faaliyete geçmeden önce bile sipariş almaya başlamıştık ama yalnız kalınca bu işten vazgeçtim. Ortağımın da gayreti benim para kazanacağım bir işi yapmamdı ama olmadı. Demircilik işini kendi başıma yapmadım ama baba mesleği olması ve sanat okulunun etkisi ile belli bir altyapı vardı bende.
Demir işi ve müzik… Birbiri ile ilgisiz iki alan gibi geliyor.
Ben ilgisiz olmadığını düşünüyorum. En azından demiri işleme süreci bana beste yapmak gibi geliyor. Güftesi ve notaları var bu sürecin. Parça demirler bittiğinde besteyi oluşturmuş oluyorum. Aynen böyle hissediyorum. Şu an yaptığım işi o kadar seviyorum ki neredeyse 24 saatim atölyemde geçiyor.
Antakya’da sizin tarzınızda iş yapan ilk kişi sizsiniz herhalde?
Evet ilk benim. Hatta Türkiye çapında da ilk olduğumu söyleyebilirim. Söyleyebilirim çünkü bu konuda araştırma yaptım. Zaten gothic demir sanatı 12. yy.da icra edilen bir sanat. O dönemle sınırlı kalmış. Geçmişteki büyük sarayların kapıları kalın demirden yapılan. Gothic ‘ilahi güç’ demek. Ben gothic ile baroku harmanladım Sonuç itibariyle çok güzel şeyler çıkıyor ortaya. Zaten hepsi hayal ürünü şeyler. Bir kapı ya da pencere yapmaya başladığınız zaman tezgâhta, şablon üzerinde duruyorum. Önce 1/10 sonra 1/1 resim çiziyorum. Bu süreçte demir benimle konuşuyor, ne istediğini anlatıyor. Ben de onu dinliyor ve uyguluyorum. Hepsi bu.
Müşteri sipariş verdiğinde ne istediğini size anlatıyor mu, yoksa bu işi size mi bırakıyor?
Geçtiğimiz 40 sene boyunca ne istediğini ifade eden çok az müşterim oldu. Onun dışında hep bana bıraktılar model işini. Nasıl bir ürün istediğini söyleyen müşterim olduğunda buna seviniyorum tabi. Müşteri bir model beğeniyor sonra ben evin karakterini ve mimari yapısını görüp bütünleştiriyorum. Bu noktada mühendislik işini çağrıştırıyor. Eve uygun gördüğüm şekilde tasarım yapıyorum. Günümüze kadar bu şekilde iş yaptım. Suriye, Lübnan ve Suudi Arabistan’a bile iş yaptım
Bahsettiğiniz ülkelere kapı mı gönderiyorsunuz?
Tabi tabi. Yaptığım kapılar kamyona bindirilip gümrüğe gittiğinde, gümrük memurları ne yapacaklarını şaşırdılar. İlk başlarda tarihi eser zannettiler ama fatura ibraz edince şaşırdılar. O güne kadar gümrüklerden işlenmiş demir çıkmamıştı yurt dışına. Birkaç gün bekledikten sonra işlemler tamamlandı ve böylece gönderebildik kapıları.
Sizin yaptığınız işlere Antakya’nın neresinde rastlayabiliriz?
Durmuş Deboğlu, Uzunçarşı, Dörtayak ve Affan Camilerinin kapılarını yaptım. İlerleyen süreçte bazı talihsiz olaylar da yaşadık. Vakıflar Müdürlüğü Dörtayak Camisi onarılırken benim kapımı sökmüş, yerine kullanışsız bir kapı takmış. Biraz araştırdıktan sonra kapının hurdacıya satıldığını öğrendim. Kapıya nasıl kıydılar anlayamıyorum doğrusu. Affan camisine yaptığım kapı da üzerindeki bronzların ve alttaki işlemelerin sökülmesi suretiyle kötü bir hale getirilmiş.
Demircilik işinin geçmişine ilgi duydunuz mu?
Osmanlı dönemindeki dövme demircilik uğraşı ile ilgili araştırmalar yaptım. O dönemde bu işle uğraşan fazla insan yoktu. Daha gerilere, 11 ve 12. yy.lara gittim. 11 ve 12. Yüzyıllarda bu iş Avrupa’da tavan yapmıştı. En üst düzeyde üretim bu dönemde yapılıyordu. Vilayet Sarayı’nın kapısı beni birçok anlamda motive etmiştir. 100 yıl önce bu kapıyı yapmışlarsa, ben bugün bunun daha iyisini yaparım dedim kendime. Bu alanda normalin üzerinde bir çaba saffettim. Müzik ile uğraşırken de ders almadığım gibi demircilik işi için de ders almadım. Babamdan, dedemden kalma. Geninde vardır mutlaka insanın.
Demirdeki her işlemeye bir anlam yüklüyorsunuz. Bu anlam yükleme süreci nasıl işliyor?
Her şey karar verme ile başlıyor. Hedefimi, ne istediğimi düşünüyorum ve çağrışımlar oluşmaya başlıyor zihnimde. Bu noktada binanın karakteri çok önemli. Modern binalar ve tarihi binalar var. Tarihi binalara yaptığım işlerin aynısını yeni binalar için tasarlamıyorum. Normal bir binayı bu demirlerle donattığımız zaman saraya dönüşüyor. Bir müşterim Suudi Arabistan’da bir bina yapmıştı. Binayı 8 milyon riyale satmayı düşünüyordu. Gelen siparişler üzerine 3 buçuk yıl o bina için iş yaptım. Demirler takıldıktan sonra 25 milyon riyal teklif edilmesine rağmen bina sahibi, binayı satmadı. Ev sahibi 20 yıldır aynı binada oturmaya devam ediyor. Sanırım satmaya kıyamadı. Böyle örnekler tabi ki bana mutluluk veriyor. Yapılan işin binanın karakterini değiştirmesi ve ayrı bir atmosfer yaratması.
Antakya’da ciddi sanatçılar çıkıyor. Siz bu birikimden faydalandığınızı düşünüyor musunuz?
Mutlaka bu birikimden faydalandığımı düşünüyorum. Antakya’dan fazla sanatçı çıkmasını da normal karşılıyorum. Buranın temelinde sanat var. Defalarca yerle bir olmuş bir şehirden bahsediyoruz. Yeryüzünün altını kazsak her kata bir uygarlığa rastlarız. Bu yüzden, bu coğrafyanın insanının genine işlemiştir sanat.
Yaptığınız işlerden/eserlerden dolayı ödül aldığınız oldu mu?
Defne Rotary kulübü senede iki sanatçıya ödül verir. Geçmiş yıllarda bu ödüllerden ikisini aldım. Askeriyeden ödül aldım. Rahmi Koç’tan ödül olarak saydığım bir mektup aldım. Zaten bu mektuptan sonra belediyenin meslek edindirme kursunda eğitmenlik yapmam için teklif aldım. Seve seve kabul ettim. Bildiklerimi paylaşmak bana ayrıca mutluluk verdi.
Yaptığınız işler arasında kalıcı olacağını düşündüğünüz eserler oldu mu?
Elbette var ama bütün şehre hitap edecek bir şeyler yapmak istiyorum. Bu konuda düşüncelerim ve tasarımlarım var. Bunları hayata geçirecek bir yerel yönetim anlayışını bekliyorum.
Yazı ve Fotoğraflar, Mehmet Oflazoğlu, Nisan 2011