Antakya sizin için ne ifade ediyor?
Antakya gerçekten bir dünya şehridir. Bunun renklerini, havasını hala burada yaşayabilirsiniz. Bütün kültürler ve dinler birlikte yaşarlar. Çan ve ezan sesleri art arda yankılanır Antakya’da. Bu insanlar tarafından da içselleştirilmiş bir durumdur. Biz bunu yaşayarak benimsedik, farkında olmadan kabul ettik. Yayladağı’nda doğdum, Türkmenim. Antakya’nın en güney kasabasında çocukluğumu geçirdim. Orda bir Hıristiyan Mahallesi vardı. Oradaki çocuklarla birlikte okuduk. Kızlar ve oğlanlar birlikte oyun oynardık. Hiç kimsede önyargı yoktu. Çocuklarda önyargı olmaz zaten. Herkes yeteneğine göre değerlendirilirdi. Çocuk iyi koşuyorsa, iyi koşuyordu. Onu öyle kabul ederdik. Bu çok güzel bir davranış şekli. İnsanca yaşama ve insanları olduğu gibi kabul etme. Tarafları birbirine karşı körüklemeden, karşı karşıya getirmeden… Etnik köken ve din ayrımı yapmadan yaşama anlayışı hâkimdi. Biz böyle yaşadık, bunu doğal karşıladık. Ama ninelerimizin anlattığı hikâyeler de vardı, Araplarla ilgili kötü hikâyeler. O zamanlar Arapça öğrenmek ve konuşmak da kötüydü Türkmenlerin arasında. Yazık oldu. Bu korku yüzünden Arapça öğrenemedik. Annem konuşuyordu ama. Suriye Türkmeniydi annem. Antakya böyle güzel bir yer işte. Herkesin iç içe yaşadığı, geliştiği, zenginleştiği bir yerdir Antakya. Yaşamayı, eğlenmeyi seven, Pazar günlerini kamyonların tepesinde dümbelek çalıp birlikte oynayan kadınlar, erkekler görürsünüz. Bu çok sık rastlanan ve hoş karşılanan bir durumdur. Bir yanda çelişkiler de var tabi. Normalde Arap Alevisi arkadaşlarım vardı. Çevremdekiler, “onlarla görüşme, sana zarar verirler” derlerdi. Ben o arkadaşlarımla sürekli görüşürdüm ve karşılıklı paylaşımlarda bulunurduk. Antakya’yı çocukken biz böyle yaşadık. Tarihsel değerinin farkına varmadan yaşadık. Tarihi değerini ise okula gidince öğrendik. Mezopotamya’nın Akdeniz’e açılan kapısı kabul edilen Antakya’nın, aynı zamanda sayılı ticaret merkezlerinden biri, Roma Enderiye Antakya diye geçiyor. Çok sayıda Konsül yaşıyordu. Zaten mozaikler de hep Konsüllerin oturduğu yerlerden çıkıyor. Antakya ve Harbiye’de Konsüllerin yaşadığı evlerin tavanları mozaikle kaplı. Böyle bir şehirde yaşamış olmak beni büyülüyor. Medeniyet altın hilal diye bir deyim vardır. Hilalin bir ucu Endülüs Konya’yı bir ucu Mısır-Cezayir’i ortası da Mezopotamya’yı ifade eder. Akdenizi kavrayan bir hilal bu. Medeniyetin beşiği sayılan coğrafyada doğup büyümüşüz.
Bu coğrafyanın heykeltıraş Mehmet Aksoy’a katkısı ne oldu?
Vallahi bilinçli bir şey olmuyor. Sonradan, Akademide anladık doğup büyüdüğümüz yerin kıymetini. Orada anladık çocukken elimize alıp oynadığımız taşların değerini. Bu bilinç yoktu tabi. Tarihsel kültürümüzü sahiplenme noktasında bizi eğitecek bir politikamız yok. Aslında bize sonradan esin kaynağı olan düşünceler buradan çıkıyor.
Bu ülkede genç kuşaklar hangi sanat dalı ile uğraşsalar, kendilerini var eden şeylere, yani bu coğrafyaya ait olan her şeye sırtlarını çeviriyorlar. Böylece Batı’nın kötü kopyaları olmaktan öteye gidemiyorlar. Sizin yaptığınız bütün eserlerde kendinizden yola çıkış var. Bu kendinizi arayış sürecinin sanatınıza olan yansıması mıdır?
Tabi aslında sanat budur. Kişinin kendini dışa vurumudur. Bu birçok şekilde olabilir. Bize de heykel yaparak bunu ifade etmek düştü. Heykeltıraşlık geni nasıl olmuş da beni bulmuş bilmiyorum ama ben bu şekilde ifade ediyorum kendimi. Bu hangi ifade biçimini barındırdığınız ya da seçtiğinizle ilgili. Ben de toplumsal bir varlığım sonuçta. Yaşadığım coğrafyanın ve toplumun ruhunu, eserlerime yansıtmamam elde değil. Zaten insanın kendini tanıma süreci ve evrensel sanat anlayışına ulaşma çabasının, kendi coğrafyasını, iklimini tanıması ile mümkün olduğunu düşünüyorum.
Sanatta en ağırlıklı şey öykünmedir. Öğrenme başka bir şeydir. Öğrenmek için birine bakıp, onu takip etmek yeterlidir. Bu durumda bize öğreten kişinin takipçisi oluruz. Sanat aslında kayba uğramadan devamlılık yoludur. Sanatçı kendinden öncekileri inkâr ederek yola çıkmaz. Bir iddiadır sanat. Oturmuş bir şeylerinin de var olduğunu kabul edersin. Bu noktada kavramsallığa değinmek istiyorum. Kavramsallık sanatın içinde olan bir şeydir. Kavramsallık olmadan sanat olmaz. Özellikle görsel ve plastik sanatlarda bu böyledir. Plastik sanatlar, sözün bittiği yerde baslar. Heykel her zaman candır. Metaforlarla, imajlarla, sembollerle konuşur. Yeter ki bir şey anlatmak iste. Sonuçta kendini heykel üstünde yorumlamaktır.
Sanat küresel evrenseldir. İki kavram her zaman birbirine karıştırılır. Bu önemli bir ayrım noktasıdır. Bu sanat olmalı. Biri çıkmış İngiltere’nin herhangi bir yerinden, moda akımı gibi bir şey icat etmiş. Biraz ondan biraz bundan bir şeyler alıp ve ardından tonlarca yazı yazarak söz söyleyerek… Söyledikleri birbiriyle örtüşmüyor. Bunlar çirkin şeyler. Dünyada düzenleme ve yerleştirme ile sanat yazılı hale geldi. Günceye donuştu. Bir esere resim ya da heykel diyemiyoruz, yerleştirme ya da düzenleme diyoruz. Yer ya da mekândan ayrı ayrı bahseder gibi mesela. Yer mekândan ayrı dusunulebilir mi? Heykele en büyük ihtiyaç o. Mekânda yer alan bir kütle. Hem kütlesi hem o boyutları dağılımı o mekânda olması gerekiyor. Eğer heykel mekânda yanlış yere konulmuşsa zaten ışık saçamaz. Dolayısıyla o ürüne biz heykel demeyiz. Başarılı bir çalışma olmaz o zaman. Heykeltıraşlık sanatında en önemli şeylerden biri mekândır. Bir heykelin mekânda nereye yerleştirileceği bizim için çok önemlidir.
Son on yıldır güncel sanat Türkiye’de trend haline getiriliyor. Bu özellikle bazı kesimler tarafından körükleniyor. Bu sanatı tüketim aracı haline dönüştürme çabası mı, yoksa hâkim sınıfların ellerindekini daha değerli kılabilmek için insanları manipüle ettiği bir biçim mi? Diğer bir deyişle “ben yaptım oldu” noktasına getirilen bir sanat söylemi mi hâkim?
Sanat güncel değildir. Güncelliğin sanatla hiç ilgisi yoktur. Güncel sanat, fotoğrafla an’ın tespitidir. O an üstünden evrensele doğru bir yorumdur. Güncellik derken çağdaşlığı falan kast ediliyor belki ama o zaman yap işte. Küresel tarihi eserler için söyleyecek sözüm yok. Sonuçta dolar nasıl küresel bir para birimi ise, tarihi eserler de böyle. Bu her yer için geçerlidir. Dolar, tarihi eser gibi her dilde konuşur. Ağırlıklı güç orada, doların üretildiği yerdedir. Sanatın da doların da üretildiği yer aynı yer oldu bir süre sonra. Sanat üst yapı kurumlarının sahip olduğu dinamik gücün en üst seviyesindedir. Bunların bir sanat akımı vardır. Bugün kapitalist sistem nasıl dünyanın en ücra köşesine sızmış ve hâkim güç olmuşsa, güncel sanatın etkileri de bir o kadar geniş coğrafyaya yayılmış durumdadır. Sanatçılar bu sürece aracılık ediyor. Bu, sanatçıyı kendi coğrafyasını inkâra götürür ki sanata ve sanatçıya asıl darbe o zaman vurulur. Düzen böyle istiyor. Birisi fikri ve dünya görüşü olmayan insanlara fikir veriyor ve onlara istediğini yaptırıyor. Onların istediği gibi yerleştiriyorsun. O aslında büyük sanatçı, küratör oluyor. Ben hiçbir küratörün çalışmasına katılmam. Benim fikrim ve sahiplendiğim bir dünya görüşüm var. Sanat, askerlikteki gibi emir komuta zinciri ile yapılmaz. Ben onun için sanat siyaset üstüdür diyorum. Sanat partizan kişiler tarafından yanlış anlaşılıyor. Sanatçı kişiler, taraf olduğu camiayı da etkiler ve onlara yeni fikirler verir.
Sipariş üzerine heykel yapımına nasıl bakıyorsunuz?
Tabi burada bir çelişki var. Aslında sipariş üzerine sanat yapılmamalı. Ben sanatçıyım diyorsan bu olmamalı. Mesela benden Atatürk heykeli istendiğini varsayalım. Benim de Atatürk ya da Cumhuriyet dönemi ile ilgili bir heykel yapma düşüncem olsun. Şimdi elbette Milli Mücadele’nin Başkomutanı idi ama Atatürk’ü elinde kılıç sallayan, atı dörtnala koşan biri olarak tasarlayamam. Benden bunu yapmam istenirse bu tarihsel gerçekliğe ters düşer. Heykelleri sunacağım kişilere öncelikle eskiz halini gösteriyorum. Heykeli yaptığım kişinin hoşuna giderse heykeli yapıyorum. Yapım aşamasında değişiklikler oluyor tabi. Eskiz hali gibi olmayabiliyor. Çünkü ebatları, boyutları değişiyor. Yani elli santimlik bir maket ile on metrelik bir yapıt elbette farklı olacaktır. Yani görsellik değişecektir.
Heykel yapmak için nasıl bir altyapı gerekli, eserlerinizde Kibele’yi çokça işlediğiniz oldu. Bunun sebebi nedir?
Kesinlikle donanım ve bilgi gerekiyor. Yaptığın şeyleri bilmiyorsan bile araştıracaksın. Kibele konusuna gelince ben yirmi senedir yaparım. Kibele’yi sadece ben yapıyorum. Güncelliğini yitirmemiştir. Kibele, Allahın Kıblesi, Ana Tanrıça anlamına geliyor. Doğayı ve bereketi simgeliyor. Yıllar sonra Kibele’yi tekrar yapmaya başlayınca bu bir çelişki demeye başladım. Atalarımız ile aramızdaki en büyük çelişki budur. Onlar doğayı kutsarken biz katlediyoruz. Teknoloji geliştikçe doğaya düşman kesiliyoruz. Doğayı katletmeye devam ediyoruz ve bu durumda bir çelişki söz konusu Ben de bu ana tanrıça figürünü işleyerek buna dikkat çekmeye çalışıyorum. Suya bakışımız mukaddes olmalı, taşların kutsal olması gerekiyor, doğanın da öyle. Şimdi bu doğanın bozulmasına karşı toprak anayı tekrar yeryüzüne çıkarıp bu çelişkiye dikkat çekmemiz lazım.
Eserlerinizde var olan heykel forumlarının dışında sürekli dişi veya negatif formlar kullanıyorsunuz. Böyle bir şeye neden ihtiyaç duyuyorsunuz?
Bu kullanılan yere göre değişiyor. Çok enteresan bir duygu. Boşluğu bir an olarak görüyorum. Yani form olarak görüyorum, genelde dolu bir form. İz gibi düşünüyorum mesela, insan var yok, insanın varı yoku, öyle bir şey var bende. O çok etkiler beni. Mesela, Platon’dan bu güne kadar tasavvur ettiğim görüntüler çok etkiledi beni. Anlatabiliyor muyum, oradan çıkış var. Bir ilizyon gücü var. Ruhlar aydınlatıcı, ruhu var gibi seni etkiliyor sana yeni formlar yaptırıyor. Ben her zaman öyle olduğunu düşünüyorum. Fikir içerikten gelecek. Biçim dilek antlaşması antolojisi olmayan diyalekt düşünce formu getirir. İçerik formu etkiler. İçerik biçimini böylece daha yoğun daha formuna uygun olduğunu düşünüyorum.
Yani heykelin söyleyecek bir sözünün olması mı gerekir diyorsunuz?
Yani form konuşacak gibi durur ama konuşamaz diyorum. Ben o kadar uğraşıp yoğunlaşarak form çıkarıyorum ki evet öyle bir şey yok. Tesadüfler yoğunluk gibidir. Tesadüf heykeli yaparken onun avcısı oluyorum. Çünkü işime yoğunlaşmışım. Heykele başlarken düşün bana verdiği duygu gücüyle olabilir. Dıştan içini düşündüğün zaman bir sürü tesadüfler oluyor. Onun için çok seviyorum. Ve tesadüfler olsun yeni yere gidebilirse, düşünmediğin yerlere gidebilirsen yeterki dolaş, dolaşamayan insanda tesadüf olmaz. Bilmem bir yere giderken Ahmet’le karşılaştım bu tesadüf değildir. Sanattaki tesadüf bu değildir. Ben bugün doluyum, biriyle karşılaştığım zaman onu yakalamalıyım. Şimdi arazide dolaşıyorum, mesela yayladığına gittiğim zaman taş buluyorum, iki taşı yan yana getirdiğim zaman karşıma şaman çıkıyor. Niye o çıktı karşıma bilemem. Ama mutlaka bulduğum taşları yan yana getirdiğim zaman bir forma dönüşüyor. Bu yoğunlaşmanın ürünüdür.
Bir sanatçı olarak aşk size neler ifade ediyor?
Aşk sanatın itici gücüdür. İçinde cevher barındıran, hayatın ve sanatın itici gücüdür. Erotik heykellerim var. Sevgiyi anlatmak, yüceltmek ve vücutsallığı pornografiden ayırmak için bunları yapıyorum. Erotik bir durumun pornografikleştirilmesi, bu işi sabah kahvaltısı, akşam yemeği gibi düşünülmesi ve metalaştırılması can sıkıcıdır. Aşkta insanın yüceltilmesi vardır. Bu çok önemli bir şeydir. Bu da yapılmıyor. Çok basite indirgeniyor. Aşk bir ihtiyaç gibi görünüyor. Bizim yaptığımız ise aşkı kutsama gibidir. Bu noktada derinleşmek çok önemli.
Teşekkürler Mehmet Aksoy
Yazı ve fotograflar Sami Solmaz