Antakya’da 1990’dan itibaren devlet katında Arap Alevilerine (Nusayriler) yönelik gelişen ‘Sessiz bir Açılımla’ önyargılı bakış açısı yavaş yavaş yumuşadı. Antakya’nın kadim yerel kültürü Arap Aleviliğine(Nusayriler) müdahaleden vazgeçilip kısmen daha saygılı davranılmaya başlandı. Devlet kademeleri ve ticari hayat bu topluluk fertleriyle paylaşılmaya başlandı. Bunun sonucunda Arap Alevileri sisteme entegre olma yolunda belirgin bir gelişme kaydettiler.
Antakya’nın yüzyıllardır süregelen çok kültürlü yapısı ve hoşgörü geleneğinin de bu entegrasyon sürecindeki etkisini yadsımamak lazım. Sessizce ve zamana yayılarak gelişen bu açılım, bugünün Kürt sorunu başta olmak üzere kendilerini dışlanmış hisseden bütün toplulukluların sorunlarını çözüp sisteme dahil edilmelerinde ciddi bir referans olarak kullanılabilir. Bize özgü, denenmiş, sorunu tahammül edebilecek dereceye indirmeyi başarabilmiş Antakya deneyimimasa başında kurgulanan ya da ithal çözümlerden hem daha etkili olacak hem de demokratikleşmeden ürken Türkiye’nin hassas kesimlerini daha az yaralayacaktır. Sonuçta Antakya deneyimi aynı anda hem özgürlükleri arttırıp ülkenin geri kalanıyla bütünleşmeyi sağladı hem de devletle belli bir etnik grubun barışını sağladı. Bu da gösterdi ki farklı topluluklara sağlanan özgürlükler ülkeyi bölmez aksine birleştirir.
Bu süreci daha iyi anlayabilmek için, sürecin öncesi ve sonrasına bir göz atmakta fayda vardır. 1980 öncesinde Arap Alevi toplumu dışlanmanın etkisi ve inancının yatkınlığından dolayı kendilerini aşırı sol ya da sosyal demokrat partilerde ifade etti. 1980 sonrasında asimilasyon politikaları bütün yurtta olduğu gibi bu bölgede de kendini daha acımasız bir şekilde hissettirmeye başlandı. Örnekler vermek gerekirse; okullarda ve resmi kurumlarda Arapça konuşma ile düğünlerde Arapça şarkı söyleme tamamen yasaklandı. Nusayri inancına ait kutsal günlerin kutlanmasında zorluklar yaşanmaya ve Arap Alevi olan köylere zorla cami yaptırma girişimleri arttı. Tüm bu baskıcı uygulamalar topluluk içerisinde devlete ve sisteme yönelik ciddi bir tepkilerin oluşmasına neden oldu. Nusayrilerin çoğunluğu kendi içine kapanarak kimliğine daha fazla sarılma refleksi gösterdiler. Bir kısım ise sistem içerisinde belli bir yerlere gelebilmek için kimliğini gizlemek yolunu seçti. Hatta birçok anne-baba çocuklarına “Köy dışında sakın Arapça konuşmayın; Alevi olduğunuzu söylemeyin” telkininde bulunarak onları ‘kötülüklerden koruma’ refleksini geliştirdiler. Uygulanan bu politikanın sonuçları acı oldu. Gençler sistem içerisinde kendilerini ifade edemez hale geldiklerinden illegal örgütlenmelere eğilimleri ciddi oranda arttı. Devletin onlara önyargılı davrandığını ve onları asimile etmeye dönük politikalar geliştirdiğine dair ciddi bir kanaat oluşturmaları sonucunda sistemle olan ince ipler kopma noktasına geldi. Ebetteki ‘80 öncesi dönemden miras alınan sol geleneğin de insanların böyle bir muhalif ruh geliştirmesinde büyük etkisi oldu.
1990’ların 2. yarısından itibaren sistem şaşırtıcı ve beklenmedik bir şekilde tersine döndü. Devlet kademesinde Nusayrilere yönelik -fikir babasının kim olduğu bilinmeyen- olumlu politika değişikliği hissedilmeye başlandı. Bu politika değişikliklerinin görünür olanları şöyle idi. Özellikle devlet dairelerinde Arapça konuşmak zaman içersinde yadırganmaz oldu. Devleti temsil eden makam sahiplerinin Nusayrilerin kutsal günlerine katılımı halk arasında sempati oluşturdu. Ancak 1990’dan sonra devlet dairelerinde ve diğer kademelerde Nusayrilerin istihdamı önündeki görünür görünmez engeller azalmaya başladı (1990 öncesinde devlet dairelerinde Nusayri istihdamı çok düşüktü.) Diğer yandan ticari hayata katılımın önündeki-özellikle uygulamadaki- engellemeler azaldı ve böylece Nusayri toplumu Antakya’daki sermaye dolaşımından pay almaya başladı. Özellikle Arap ülkelerine yapılan ihracatın ciddi oranda artması ve Arap ülkelerinde çalışan işçi ve işverenlerin sayısının artması sonucu bu topluluğun refah seviyesi yükseldi. İç göçten çok dış göçler hızlandı ve hala devam etmektedir. Ekonomik sisteme entegre olunması ve devlet tarafından ‘şüpheli’ konumdan çıkarılmakla eşzamanlı olarak Nusayriler arasındaki illegal örgütlenme hızlı bir şekilde azalmaya başladı. Beldelerde kültürel ve sosyal faaliyetler arttı ve sistemi iyileştirmek isteyen kesimler düzen içerisinde varolan partilere katılıp yerel yönetimlerde söz sahibi olmaya başladı. İnsanlar bunu başardıklarında ve belde yönetimlerinde etkin roller kazandıklarında demokrasi, insan hakları ve adaletli bölüşüm ile kültürel hakların arttırılması yönünde sistem içerisinde kalarak mücadele edebileceklerini ve sonuç alabileceklerini gördüler. En son 29 Mart seçimlerinde Samandağ ve Aknehir beldelerinde ÖDP’li adayların kazanmış olması ve birçok beldede kazanmaya çok yakın oylar alması insanlarda daha güzel bir dünya yaratma fikrinin gelişmesine, entegrasyon duygusunun güçlenmesine ve doğal olarak devletle ilişkilerin ivme kazanmasına sebep oldu.
Ebetteki uzun yılların birikimi olan önyargılar ve ayrımcılık bu ‘Sessiz Açılıma’ rağmen tamamen ortadan kalkmadı. Ancak sorun tahammül edilebilir boyutlara indi. Devam eden sorunlardan birincisi bölgede Arapça dilinin kullanımıyla ilgilidir. Arapça, okullarda okutulmadığından, medyada, kitap, dergi gibi basılı yayınlarda kullanılmadığından bu bölgede sürekli zayıflamakta ve çocukların ana dili olan bu dili öğrenme oranları sürekli düşmektedir. Dil öğrenimini ailenin inisiyatifine bırakmak ve sadece sözlü şekilde yaşatmaya çalışmak dilin uzun vadede fakirleşip ölmesini engelleyemiyor. Dilin resmi, edebi, kültürel ve sanatsal kullanım alanlarının yaratılması zaruridir. İkincisi Nusayri inancının özgürce yaşanmasının önünde duran yasal sorunlardır.
İnsanları olduğu gibi kabul edip, doğuştan getirdikleri kültürler haklarını yaşamalarını engelleyen görünür-görünmez yasaları ortadan kaldırmak ve daha da önemlisi onlara hakim üst kültür tarafından ‘efendilik’ taslamak yerine onlarla ‘efendisiz’ bir ilişki kurmak toplumların sisteme entegrasyonunu büyük oranda sağlıyor. Yani ‘biz kardeşiz’ derken kardeşimizin dilini yasaklamak olacak şey mi? Aynı zamanda devlet kurumlarının bakış açısı şüphecilikten uzaklaşıp daha kucaklayıcı olduğu ölçüde toplumlar kendini devlete daha yakın hissediyor ve ülkenin diğer kesimleriyle daha sıkı bağlar kuruyorlar. Yani içine kapanık bir cemaat olmaktan çıkıp o ülkenin asli unsuru olma duygusunu yaşıyorlar. Türkiye özelinde söylemek gerekirse o cemaat Türkiyelileşiyor. Böylelikle ülkenin eğitim, kültür, sanat ve ticari hayatına katkıları da giderek artıyor. Farklı etnik grupların doğal olan haklarını teslim etmenin ayrılıkçılığı körüklediği iddiası ise egemen kültür olma ayrıcalığını yitirmek istemeyen kesimlerin demagojisinden başka bir şey değildir. Bu açılardan bakıldığında Antakya deneyimi bugün tartıştığımız ve bazılarını çok tedirgin eden “Demokratik Açılım” için iyi bir model olabilir. Kimliğimizi yaşayarak bütünleşebilmek için…
Eğitimci, Mehmet Ateş